17 Mart 2013 Pazar

Waitakere'de Meditasyon

New Zealand pigeons
"masal kuşu"
Şu sıralar kafamdaki milyon soruyu çözmeye kendimi vermiş ve hayatın gerçeklerinden oldukça uzaklaşmış durumdayım canlar. Oysa gerçekte yapmam gerekenler gırla. En sonunda eneee, dememeyi umuyorum.

Bir olay, bir insan ve arkasından yaşananlar beni, kendimi yeniden gözden geçirmeye itti. Buna benzer bir şey daha önce de yaşamış ve şu ikilemde kalmıştım. Nefret mi etmeliyim, teşekkür mü? Teşekkür etmeyi tercih ediyorum, bir yandan acı çekerek. Hayatın eğitim verme yöntemi acı vermek. İdrak sanki başka türlü açılmıyor, ne acayip!

İlginçtir, tam da benim sorgulamalarımın başladığı süreçte bir arkadaşım ile meditasyon hakkında konuşuyorduk. Mantığı hep sevmiş biri olarak meditasyonun yapılma yöntemi ve gerekçesi bana çok akılcı göründü. Derler ki, meditasyon beynimizi dinlendirmemizin bir yöntemidir, uyurken bedenimiz dinlenir ancak beynimiz çalışmaya, rüyalarımızla bize hizmet etmeye devam eder, biz çoğunu hatırlamasak da. Meditasyon yapmak ise aslında beyni boşaltmak ve hiçbir şey düşünmemek. Meditasyona yardımcı olabilecek koşullar, bir çeşit müzikle, ortamın sessizliği ve loşluğuyla oluşturulmaya çalışılsa da söylenene göre herkesin kendi kafasını boşaltma yöntemi birbirinden farklı olabiliyor. Bir arkadaşım olabildiğince boş, sessiz ve karanlık bir odada gözleri kapalı oturarak konsantre olduğunu ve önce  kafasının içinde odadakileri dışarı attığını, sonra düşüncelerinden bir bir kurtulduğunu anlatırken, bir başkası derin nefes alıp vererek düşüncelerden çok bedenine organlarına konsantre olduğunu aktarıyor. Benim anladığım bu bir nevi, düşüncelerinden biz zamanlığına kurtularak, kendine dışarıdan bakmak, düşüncelerini ayıklamak, neyi gerçekten istediğini ayırt etmek, istediğine odaklanmak gibi faydalar sağlıyor. Bir çok kişi meditasyon yapabilmenin zor olduğu ancak bunu başardığında kişiye ferahlık verdiğinde hemfikir.

Ben de merakım ve işin aklıma yatmasıyla deneyeyim dedim. Bir arkadaşım aracılığıyla eğitim veren bir yerle bağlantıya geçtim ama ders saatleri bana uymadığından hafta sonu grup üyelerinin yapacağı geziye katılmaya karar verdim.

Waitakere içinde içine atlanılan gölet
Toplandık ve Auckland'a arabayla yaklaşık yarım saat uzaklıktaki Waitakere ormanına gittik. Grup yürüyüş yapacaklar ve koşacaklar olarak ikiye ayrıldı. Ben yürüyen gruba katıldım. Yürüyüş grubunun lideri aynı zamanda meditasyon merkezinin kurucusu ve otuz yıldır bu işi yürüten dünya tatlısı bir insan. Tek sıra halinde yaklaşık yedi sekiz kişi yürüyoruz, kendimizi dinliyoruz ara ara liderimiz bir ağacın yanında durup bize ağaç hakkında bilgiler veriyor. Yeni Zelanda'nın endemik ağacı Kaori, tek ve büyük bir gövdeden oluşması, yumuşak dokusuyla kolay işlenmesi ve yıllara direnerek muazzam bir büyüklüğe ulaşması ile ünlü. Yüz, iki yüz yaşında bir ağaç görmek hiç zor değil, çok fazla kıyıma uğramış olmasına rağmen. Yürüyüşe başlarken gördüğümüz Yeni Zelanda güvercininden de bahsetmeliyim. Diğer güvercinler gibi onlar da insandan kaçmıyor ve görüntüleri kendimi bir masalın içinde hissetmeme neden olduğu için bence onlar masal kuşları. Gezinin en ilgi çekici kısmı ise orman içinden akan derenin gölleştiği bir noktada suya dalmaktı. Bu arada belirtmeliyim, orman içinde yapılan yürüyüş yollarına, düzenlemelere, bilgilendirmelere hayran kalmamak elde değil. Yeni Zelanda'yı bu yüzden çok seviyorum.

Yürüyüşümüz yaklaşık üç saat sürdü, koşu ekibi bizimkinin belki beş katı bir mesafeyi bizimle aynı sürede tamamladı. Buluşuldu ve kahvaltıya gidildi, ikili üçlü sohbetler edildi.

Ben bir noktada meditasyonla ilgili bir şeyler yapılacağını düşünüyordum, sözü bile geçmedi. Dedim ki benim kavrayamadığım aslında bizim yürüyüşümüzün de bir çeşit meditasyon oluşu. Meditasyonla ilgili bilgi edinmeyi gelecek bir güne bırakıp yeni güzel insanlar tanımanın mutluluğuyla eve döndüm.













16 Mart 2013 Cumartesi

Ooops!


by Tuncay Batıbeki
Chris was not happy at all, he sat in the Irish pub blindly staring at the wooden table and slowly drinking his beer. His face could be read like a book. 
His friend, Nick, noticed him and came over to say hi, but realized his friend was down.
"What happened?" he asked. 
"Nothing!" Chris replied.
Nick tried to make him cheer up, but it was impossible and he left him alone.

***

A few months later they met again. Chris was still looking pale. Nick persuaded him to come over to his house this time. When they arrived home, Nick's wife was cooking dinner. It smelled so good they sat down as soon as possible.

They enjoyed with delicious food talked about their lives. Nick still wondered why his friend was so upset?

Eventually, he told them the story that was love. He had been really enjoying life. He had thought that there was a special relationship between a girl and him. However, they had only spent two passionate months together. 

Then Chris fell silent, Nick and his wife looked at him with curiosity.

In the end he agreed to talk. He couldn't decide from where he start and said that one day his girlfriend farted. 

Another moment of silence followed, before Nick and his wife burst out laughing.

Chris left straightaway. He knew that nobody could understand him. He can't solve the problem in his mind either.

***

A while later, he explained what happened. After the girl farted she had started to cry and explained that they couldn't be together anymore, that because of te fart things would be very awkward between them and their love was going to die. She loved him a lot and left him because of this.

Nick and his wife were sad and would have liked to help but unfortunately it was impossibble because the girl had already left the country.

***

Chris got older and older and almost forget the girl, life was life and he enjoyed it and lived more wisely.
One day, many years later, he met a woman who was very beautiful for her age. Something about her was very familiar. The woman had already recognised him and introduced herself. They laughed and laughed together about how stupid they had made their lives.

***

Yes love is love, even after so long. She admitted her mistake and became a supporter of farts. They even decided to make their story public and established an association called "The Freedom to Fart!"

3 Mart 2013 Pazar

Aşk aşk aşk yüzünden arap saçına döndüm, şimdi insana dönmeye çalışıyorum!


Bizde böyle bir tabir, şarkı sözü ve bitki var, nasıl bir benzetme, aşk aşk yüzünden arap saçına döndüm! Arap saçı, olabilecek en karmaşık şey hemi :)
İnsan ne tuhaf deyip duruyoruz ama en çok insanın normal halini algılamaktaki acizliğimiz bizi şaşırtıyor, görmüyoruz. Değil mi ki insan kendini bile nice sonra anlarken, karşısındaki anlamakta zorlanacak olan. Değil mi ki anlamaya öncelik vermek yerine, yargılamayı görev bilen.
Çocukluğumda en etkilendiğim film sahneleri nasıl insanların birbirlerini yanlış anlayarak hatalara sürüklendikleriydi. O zamanlardan, eğer insanlar birbirlerine karşı açık olurlarsa sorun kalmazdı ki, sonucunu çıkarıvermişim. Sonradan bu anlamama ya da yanlış anlaşılma halleri bir de komedi türü oldu üstelik; amerikan apartmasıdır çoğu, hiç sevmem, komik de gelmez bana.
Demeden edemeyeceğim, bu hayat çok garip! Alacağın dersi daha çocukken almışsın, bu anlama meselesine hafiften kafayı takmışsın, kendince bir çözüm geliştirmişsin de, bu anlama, anlamama halleri ne oluyor sonra?
Algısı insana çok pis oyun oynar, gördüğünü, duyduğunu şaşırtır.
Yargılar başlamadan oyun kaybettirir.
Olumsuz düşünce sahibine geri döner.
Herkes biliyor di mi bunları? Bilmeyen var mı? Sınav, sorgu falan değil, kadını, erkeği kime sorsan, üniversitede ders verecek detay verebilir bu deyişler hakkında.
Ama yaşam öyle mi? Yapabiliyor muyuz, uygulayabiliyor muyuz, ne kadar?
Uygulayabilene şapkamı çıkarıyorum ve saygılarımı iletiyorum ama sayının pek az olacağını da tahmin etmekteyim, üzülerek.
Tahminlerde bulunurken kendimi de bu güruhun içine katıp çoğunluk arasında kaybolarak suçluluk hissimi azaltma çabamı mazur görmenizi temenni etmektir dileğim, kimbilir?
Yaptım, bir yargıda bulundum, yanlış anladım, üzüldüm, ağladım ve olumsuz düşüncelerimin esiri oldum. Üç cümlelik özdeyiş toplamının hepsini birden ihlal etmeyi başararak, bunlara kıymet veren herkesin gözünden kendi kendime düştüm, karnım ağrıdı, içtim, kafam yarıldı. Üzüldüm de üzüldüm daha çok daha da çok...
Ve baktım ki arap saçına döndüm. Şimdi bu halimle yaşam savaşı vermekteyim. Kolumu kaldırıyım diyorum bacağıma dolanıyor, başımı kaldırayım derken kıçım oynuyor, ayağıma bakıyorum sırıtık suratımı görüyorum. Çok fena durumum dostlar, spora başlayayım diyorum, iyi sulanır ve uzuvlarımı biraz geliştirirsem, belki her  şeyi yeniden yerli yerine koyabilirim, ya en azından gözümü bulup yaşını sileydim.
Bu arada bunları da anlatıyorum, hani sizin de başınıza gelmesin falan diye değil, hani bu aşamaya gelmeye hazırlıklı olasınız, bu insan cibilliyeti bildiğini de yanlış yapmakta pek istikrarlı, demedi demeyin.


26 Aralık 2012 Çarşamba

Karadenizin Kara Ateşi ile Maorilerin Hangisi



Yeni Zelanda'nın yerel halkı Maorilerin ünlü yemek pişirme yöntemine Hangi deniyor. Telaffuzu haynni gibi okuyabiliriz. Yemeğin pişirilme süreci oldukça uzun ve zahmetli ve sonucunda çok lezzetli bir yemek sizi bekliyor. Bu yemek pişirme yöntemi hakkında bilgi edinirken aklım çocukluğumdan “iyi ki” bildiğim Karadeniz’in kara ateşine gitti. Karadeniz’in diyorum ama tarihsel ya da kültürel bağlantısını bilemiyorum ne yazık ki, bildiğim sadece deneyimim, şahit oluşum. Araştırmak istediğimde hakkında hiçbir şey bulamadım, belki başka isimler kullanılıyor, kara ateş yerine. Önce Maorilerin hangisi…  
Bir Maori köyü olan Mitai'yi ziyaret ettiğimde bu yemekten tatma şansım olduğu için mutluyum, çünkü bu şansa erişmek her zaman mümkün olmuyor. Rezervasyonsuz bu büyük organizasyona katılma şansınız yok. Kültürlerini en iyi şekilde tanıtmak isteyen Maoriler, sizi onlarının kültürünün bir parçası haline getiriyor bir kaç saatliğine, bir yandan öğrenip bir yandan başka bir kültürün tadına bakıyorsunuz. ( Mitai köyü hakkında detaylı bilgi için http://www.mitai.co.nz/ )
Mitai Maori Köyü / Hangi usülü yemek
Fotoğraf: Bülent Boyacı
Hangi için; büyük taşlar ya da günümüzde daha çok demir parçaları, sıcaklığı 700 dereceye çıkarılmak üzere, üzerlerine koca bir palet büyüklüğünde ağaçlar konularak yakılıyor, kaya ya da demir blokların sıcaklığa ulaşması 2,5 saati buluyor. Başka bir yerde oldukça büyük bir çukur kazılıyor ve toprak ısıtılmak amacıyla çukurun içinde de bir ateş yakılıyor.
Sıcaklığı yeterli düzeye ulaşan kaya ya da demirler ısıtılmış çukurun üzerine yerleştiriliyor ve üzerlerine lahana yaprakları atılıyor, yemekle kor ateşli parçaların direk temasını uygun bir şekilde kesmek için. Bazı yerel ağaçların yaprakları da aynı işlev için kullanılabiliyor ya da kullanılıyormuş eski tarihlerde. Çukurun etrafına ıslatılmış çuval bezleri seriliyor, yemeğin buharla pişmesini sağlamak için. Ardından tavuk, et, patates, buranın tatlı patatesi kumara gibi dileğe göre doldurulmuş sepetler bir bir çukura yerleştiriliyor. Pişirilecek malzeme ile dolu çukur üzeri yemeğin etkilenmesini önleyecek, uygun bir örtü ile kapatıldıktan sonra, üzerine toprak yığılarak yemek tamamen gömülüyor. Yemeğin yenecek hale gelmesi 4 saati buluyor. Bu zahmetli ve devasa yemek elbette günlük değil, Maoriler hangiyi ancak düğün, cenaze gibi bir köyün tamamına yemek verilecek zamanlarda yapıyorlar. Son zamanlar da bir de turistik amaçlı tabi. Türkiye’de yaşayanlar, çeşitli kültür katmanlarının etkisiyle bir şekilde bu yemeğin nasıl bir lezzete sahip olabileceğini tahmin ederler, benim aklıma ilk gelen örnek tandırda pişen ettir, örneğin. Hangi hakkında aşağıdaki videoyu izleyerek de bir fikir sahibi olabilirsiniz.


Gelelim Karadenizimizin kara ateş’ine…
Benim köyüm Trabzon’un Tonya ilçesinin Karaağaçlı köyü. Benim köyüm diyorum çünkü annem de, babam da aynı köyden ve ben orada doğmamış olsam da ailemin bağlantıları, bilgisi, görgüsü bu köyden geliyor.
Karadeniz evleri genellikle ahşap olarak bilinir, bizim köyümüzün eski köy evleri taştandır. Annemin babaannesinden aktardıklarına göre eskiden Rumlarla Türkler aynı köyde beraber yaşarlarmış ve köyün evlerini Rumlar yaparmış. Annemin babasının evinin üst tarafında küçük bir tepecik vardır, orada eskiden bir kilise varmış, şu anda kalıntısı bile yok. Kurtuluş Savaşı yıllarında büyüklerimizden “muhacirlik” diye duyduğumuz zaman diliminde köydeki Türkler Samsun’a kadar gitmiş. Gidenlerin bir kısmı Samsunda kalsa da önemli bir bölümü geri dönmüş, Rumlar hariç tabi. Geri döndüklerinde köydeki bütün evler yıkıkmış, ayakta duran tek ev annemin ailesinin evi imiş ama Türkler ev yapmayı bilmiyorlar, gelmişler eve bakıp benzerlerini yapmışlar.
Bu eski taş evlerin benim gördüğüm kadarıyla hep iki kapısı var; durumu iyi olanların oda sayısı daha fazla. Evlerin içinde tuvalet ya da banyo gibi bir bölme yok. Bunlar hep sonradan ekleme. Oturma alanında mutlaka şömineye benzeyen bir baca sistemi var. Eskiden bunun önünde de bir kara ateş varmış. Ben köyde hiç kara ateş görmedim. Benim gördüğüm bütün evlerde zemin tahtayla kaplanmış ve kuzine kullanılmaya başlanmıştı. Kara ateş, yılın sadece belli bir bölümü kullanıldığından fazla yatırım yapılmayan yayla evlerinde vardı. Evlerin geçmişi nedeniyle kara ateşin de Rumlardan kalma bir yöntem olduğunu tahmin ediyorum.
Büyük tek kalıp bir taşın ortalama bir derin tepsi büyüklüğünde oyulmuş ve evde hemen şömine bölümünün önüne yerleştirilmiş haline kara ateş denir, şeklinde bir tanım yapabilirim ya da bu da tıpkı Maorilerde olduğu gibi bir yemeğin pişirilme yöntemidir denilebilir.
Ben kara ateşte sadece ekmek pişirildiğine şahit oldum. Bu da çocukluğumun unutulmaz en önemli lezzetlerindendir.
Köyümüzde ekmek evde yapılırdı, hala yapanlar vardır sanıyorum. Köylüler tekne ( ekmek teknesi ) dedikleri büyük bir tencere büyüklüğündeki kabı ( benim şahit olduğum yıllarda bu kap genellikle plastiktendi ) sadece ekmek yapmak için muhafaza ederler. Teknenin içinde bir kısım hamur mutlaka bırakılır, bir sonraki ekmeğe maya olması için. Ekmek beyaz undan yapılır. Köyde buğday yetiştirilmediğinden bu satın almaya tabi bir kullanımdır.  
Kuzenim Karaağaçlı köyünün yakın yaylası
Sanga'da kara ateşi yakıyor.
Pişirme işlemi için önce kara ateş odunlarla ve Karadenizin mis kokulu çam çırasıyla yakılır. Taş iyice ısındıktan sonra ateş ve çukurun içindeki kül kenara süpürülür. Kızgın taş külden iyice temizlendikten sonra Karadenizin kara lahana yaprakları çukurun içine serilir, tozla bağlantıyı kesmek yanında ekmeğe de lezzetini katar bu. Sonra da hamur bu kızgın taş tepsinin içine dökülür. Üzerine sac kapatılıp kenara süpürülmüş ateş sacın üzerine taşınarak ateş ve sıcaklık sürdürülür. Tam süreyi hatırlayamıyorum yaklaşık bir saat olsa gerek, ateş kenara alınıp sac kaldırılır ve ekmek pişmiş ekmek dışarı alınır. Lahana yaprakları çıtır çıtır dökülür ekmekten, kalan harika bir lezzettir.
Bazen çocukluktan kalan ne ise neden çok kıymetli olduğuna aklım takılır, ilkler mi, farklılıklar mı, saflıklar mı?




15 Mayıs 2012 Salı

Anzak Günü

Yeni Zelanda'ya gelmeyi planlarken, bunu paylaştığım kardeşim, "yanında bir bavul da Çanakkale hatırası götür" demişti. Sevgili kardeşimin ne demek istediğini buraya geldiğimde anladım.

photographs by Fatih Börekçi in Çanakkale

Yeni Zelanda'yı neredeyse hiç bilmiyormuşum, araştırmaya başladığımda zaten bunu görmüştüm ama bu ülkeye geldiğimde bir şey beni çok daha fazla şaşırttı, Yeni Zelandalıların bizim ülkemizi çok yakından biliyor olması. Neredeyse tanıştığım her üç Kiwi'den biri ben şu kadar süre önce Türkiye'ye gittim diyor, İstanbul, Kapadokya, Bodrum, Antalya'dan bahsediyorlar.

Kiwi'ler dünya'nın dibindeki ülkeleri ile kendilerini dünya sahnesine biraz uzak hissediyorlar. Gençler "overseas" dedikleri denizaşırı ülkelere ortalama iki yıllığına deneyim kazanmaya, dünyayı tanımaya gidiyorlar. Ülke tercihleri değişkenlik gösteriyor, ancak yoğunluğun Avrupa ülkeleri olduğunu söyleyebiliriz. Buna Amerika, Japonya ve Singapur, Malezya gibi bazı uzakdoğu ükelerini de ekleyebiliriz. (Avustralya bana göre Yeni Zelanda'nın büyük abisi, orayı overseas görmedim :) İşte Türkiye de, bu dünya seyahatinde gezilen ülkeler arasına giriyor aramızdaki Anzak bağı ile.

Biz Anzak diye yazıyoruz ancak bu bir kısaltma olduğu için ANZAC yazmalıyız. (Ben yazıma genel kullanım olduğu için Anzak ile devam edeceğim.) Anzak, Avustralian and New Zealand Army Corps'un kısaltması. İki ülkenin askeri gücünü aynı çatı altında birleştirmesi, daha sonra da aynı ad ile aynı günü anma günü belirlemesi  dünyada bir ilk. Anzak'ların Çanakkale'ye ayak bastığı 25 Nisan günü, 1916 yılında resmi olarak Anzak günü kabul edilmiş ve bu iki ülkenin de en önemli tarihi günü.

Avustralya ve Yeni Zelanda toprakları, Büyük Britanya İmparatorluğunun sömürgeleri konumundaydı daha önce ve nüfusu imparatorluğun bu topraklara çeşitli şekillerde getirdiği kimselerden oluşmaktaydı. Bu ülkeler bugün de gönüllü olarak İngiliz Milletler Topluluğu üyesi ve Birleşik Krallık hükümdarını sembolik olarak en üst düzey yönetici olarak tanıryorlar. Avustralya için İrlandalı, Yeni Zelanda için İskoç nüfus yoğunluğunun bulunduğu söyleniyor. Bunu bugün aksan benzerlikleri ile bulmak da mümkün. Bugün, diğer yeni dünya ülkeleri gibi oldukça karma bir nüfusa sahipler, bu iki ülkede de Asyalı nüfusu dikkat çekiyor.

Birinci Dünya Savaşı başladığında Avustralya henüz 13, Yeni Zelanda ise 7 yıldır bağımsız devlet statüsünde. Avustralya'nın resmi  ANZAC Day sayfasında çiçeği burnunda hükümetin, dünyada bir ulus olarak tanınmasını arzuladığı bu nedenle de İngiltere'nin safında savaşa asker gönderdiğini yazılı. Özellikle Yeni Zelanda için bu ülkeye çeşitli vaatlerle getirilen halkın anayurt kabul ettikleri Büyük Britanya'ya yakın olma isteğiyle savaşa katıldığı düşünülüyor. Bunları birleştirecek yorum ise bir ülkeyi ulus yapan şeyin "ortak acılar" olduğu gerçeği.

Savaştan dönen askerler, kaybettikleri arkadaşlarını aramak ve anmak için şafak vaktini seçmişler. Şafak vakti Gelibolu'yla sembolik bir bağlantı, savaş sırasında hücum için tercih edilen zaman, şafak vakti. Askeri töreni hatıranın en yoğun yaşandığı saatlerde düzenleyen dawn service bu bağlantılarla kuruluyor 1927'de.. Tören ise sadece gazi katılımı ile sınırlandırılıyor. Törenin bir saygı duruşu olduğunu belirtmek gerek.

İkinci Dünya Savaşında da yer alan ülke bugün, Anzak gününün anlamını genişleterek, savaşlarda ölen tüm vatandaşlarını anıyor. Günün 1980 sonrasında da gençler tarafından daha fazla rağbet gördüğü belirtiliyor.

Günün sembolü ise Gelincik çiçeği. Çiçeğin grafik formu, ANZAC gününde yakalarda broş oluyor.


Dünyada Türkiye topraklarına en uzak ülke Yeni Zelanda. Çoğu kez sorgularız, neden savaştılar bizimle? Aslında bu soruyu onlar da kendilerine soruyor ve buna yöneticilerin, özellikle İngiltere'nin hatası olarak bakıyorlar, en azından bugün.

Bana bugünü en özel kılan ise Atatürk'ün Anzak'larla ilişkimize eşi görülmemiş bir boyut getirmesi. Yeni Zelanda'da, konuştuğunuz bir Kiwi'den Atatürk'ün sözlerini duymak gerçekten gurur verici.

Mustafa Kemal'in Anzak analarına mektubu;

"Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır."

Bugün Avustralya'nın başkenti Canberra'da ve Yeni Zelanda'nın başkenti Wellington'da Atatürk anıtları bulunuyor ve bu sözler üzerlerinde yazıyor.

Sağ alt Canberra'daki anıt, diğerleri Wellington'dakidir.

1. Dünya Savaşı, yani Çanakkale'de bizimle yaptıkları savaş, bu iki ülkeye, Avustralya ve Yeni Zelanda'ya, ulus olma şansını veriyor. Anavatan gördükleri Büyük Krallığa yakın olsalar da, örneğin Avustralya'daki ya da Yeni Zelanda'daki güneşin doğuşunu özlüyorlar. Çok küçük nüfuslarına rağmen verdikleri kayıp onları birbirine bağlayan bir görünmez urgan oluyor. İnsan sormadan edemiyor, bizim beraber yaşadıklarımız yanında yaşadıkları hafif kalacak bir toplum, uyum içinde ulus olabiliyorken, bizim ortaklıklarımız neye yetmiyor?


Note : Ne yazdığımı bildiğim için yeniden okumadım bile. İçimde hep bir kaygı son paragraf için. Yazarken de şüpheli yazmıştım keza. Türkiye'de olanlara, acılara kalp dayanmıyor ya... Bir ulusçuluk zihniyetinden ziyade bir acıları arttırmadan beraber yaşayabilme özlemi bu, anlatmaya gayret ettiğim.

Yeni Zelanda Ülkesi


Yeni Zelanda'ya gelmeden önce hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordum, araştırırken akılda kalan, bu iki ülkenin değişik bir ilişkisinin olduğunu görmekti: Neredeyse her yönden zıt.

Türkiye'ye en uzak ülke Yeni Zelanda. Aynı yarımkürede olmadıklarından mevsimler tamamen birbirinin zıddı. Ağustos neredeyse en soğuk ayken, yılbaşının denize girilerek kutlanması ise her yılbaşında kar yağmasını bekleyenler için garip. Saat dilimi de Türkiye'nin yaz aylarında 11, kış aylarında 9 saat farkla, bir ülkede gece yaşanırken, diğerinde gündüzle gerçek bir zıtlığı yaşatıyor iki tarafta da yaşamaya çalışanlara.

Yeni Zelanda dünyanın en genç toprak parçalarından, üzerindeki insan faaliyetleri de bundan 1.500 yıl kadar önce başlıyor. Medeniyetler beşiği topraklarımızı düşünürsek, Anadolu buraya göre hayli yaşlı.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Kafam çok karışıktı...

Kafam çok karışıktı... Karar vermeye çalışıyordum, kalmak mı zor, gitmek mi? İnsanlığın merak ettiği bu sorunun yanıtını bulup tarihe geçmeye kararlıydım.

Kalmak ve gitmek...

Bir konu kafanızı yoğun bir şekilde meşgul ediyorsa, mutlaka kendinizi başka bir şeyler yaparken bulursunuz. Bende de aynısı oldu. Facebook zaten baş köşemizde oturuyor, ona bir de twitter misafirliğe geldi. Bana söylemişlerdi zaten, sen twitterı seversin diye. Sevdim gerçekten; namlı sanlı kimselerin bildirimleri, arkadaşların serzenişleri, kimisinin özlü söz arayışı yanında, kimisinin anlık durum haberleri... İtiraf edeyim, iyi bir yazar olmasam da iyi bir twitter okuyucusu oldum.

Bir yandan beni tarihin renkli sayfalarına geçirecek cevabın peşindeymiş gibi yaparken, bir yandan da sanal arkadaşlarımla kah gülüyor, kah isyan ediyor, kah bir gerçeğe kendi kendimize baş sallıyor ya da cık cıklıyorduk.

Tam da o sıralar herkes Fazıl Say'ın üstüne gidiyordu; çünkü Fazıl Say akşam ezanının okunma süresinin kısalığını kendince eleştirmişti, üstüne bir de Hayyam'dan olduğu düşünülen sorgulayıcı bir rubai paylaşınca olan olmuştu. Artık Fazıl da gitmekten bahseder olmuştu.

Bizim tartışma ortamımız her daim zayıf, kavgamız gelişmiştir. Fazıl Say'a saldırı-tweetlerinden birisi şöyle bir şeydi: "Bu dinsizleri Hitler gibi sabun yapmak istiyorum."

Fazıl Say'a, "Yeni Zelanda'ya gel" dememek için zor tuttum kendimi, yani "ben geldim, güzel ülke" demek istedim, sonra düşündüm, "Sen de kararsızsın. Gitmekti, kalmaktı bir şeyler diyorsun. Şimdi adamı çağır, sonra sen git, ayıp" dedim, vazgeçtim. O da zaten Japonya'ya gitmeye kadar vermiş.

Kafam karışık, gitmenin tartısını kurdum, kalmanın boyunu ölçüyorum, ölçmekten kaçıp okuyorum da okuyorum.

Cüneyt Özdemir okuyorum. Başbakanın kızının ileride siyasete atılabileceği, bütün dış gezilere babasıyla katıldığını, iyi eğitimli olduğunu, başörtüsü nedeniyle yurtdışında okumak zorunda kaldığını ama sanatla ilgili olduğunu yazıyor. Haber başlığı, Türkiye'nin başörtülü bir başbakanı olabilir mi? Yazıda özellikle '"Başörtülü kız hanım hanımcık olur, öyle sanatla manatla uğraşmaz" klişesini kırması adına önemini bilmem anlatmaya gerek var mı?' cümlesi beni rahatsız ediyor: Bir, bizim ülkemizde "hanım hanımcık olmak" başörtüsü ile ilişkilendirilmez, ki sözün bu şekilde söylenmesi, kapalı olmayan bütün kadınların hanım hanımcık olmadığına gider ki Özdemir bunun altından kalkamaz. İki, başörtülü kişinin sanatla manatla uğraşmaması dini nedenlerle geneldir. Eğer sadece Birand'ın sözü üzerinden bunu klişe ilan ediyorsa, ben de klavuzu karga olanın derim...

Cüneyt Özdemir, bu ülkenin başörtülü insanlarına ülkeyi dar eden anlayış, derken ben gerçekten büyük bir saflıkla yaşananlara insani yaklaştığını düşünmüştüm, çok değil iki gün sonraki yazısında Fazıl Say'ı dindar insanları rencide etmekle ve ayrıca yalancılıkla suçlayıncaya kadar. İşte bu anlayış canımı sıktı. İktidarın dayanılmaz albenisi... Dindarlara hepimiz saygı duymalıyız ama eleştirenlere saygı duymamalıyız. Tabi yazıyı tam da böyle yazmamış Özdemir, bir insanla geçebileceği tüm dalgayı geçmeye uğraşmış. Tavsiye ederim twitter'dan takip ediniz her ikisini de. Özdemir'in kafasının biraz karışık olduğunu göreceksiniz.


Aaa benim kafam karışıktı asıl ve çözmem gereken bir soru vardı değil mi?

Neyse artık, ben de kaytarmayayım...


Fazıl Say ve Cüneyt Özdemir yazılarına aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.

http://birbak.mynet.com/tartisma/kiyamet-koptu/16014
http://www.tumkoseyazilari.com/yazar/cuneyt-ozdemir/22-04-2012-turkiyenin-basortulu-bir-basbakani-olabilir-mi.html
http://www.tumkoseyazilari.com/yazar/cuneyt-ozdemir/24-04-2012-bir-fitne-yazisi-koskte-golge-kabine-mi-var.html