31 Mart 2013 Pazar

Yalınayak

by Sevgi İkinci from Mt Eden

Hayal, çıplak ayaklarıyla sokakta yürüyen adamı gördü önce, böyle bir sürü insan görmüştü bu ülkede, sokaklarda çıplak ayak yürüyor, bisiklete biniyor, otobüse binip yolculuk ediyorlardı, sonra durdu, etrafı kolaçan etti ve tek ayağı üzerinde durup diğer ayağını kaldırıp ayakkabısının altına baktı. Birkaç ağaç tozu dışında tertemizdi. Hafiften yağmur çiseliyordu, dün gece bardaktan boşanırcasına yağmur yağmıştı ama hiç çamur yoktu.

Yeni Zelanda'ya geleli on gün olmuştu. Başka bir ülkeye yolculuğu sırasında ona farklı gelecek şeyler olacağını tahmin ediyordu ama onu en çok şaşırtan şeyin çamurdan arınmışlık olduğunu öngöremezdi. Çıplak ayaklılar ise ona çok keyifli görünmüştü.

Kaldığı eve onu götüren sokak o kadar güzeldi ki... Yolun iki yakasında da geniş kaldırımlar, kaldırımların içinde bölünmüş çimenlik alanlar, bu alanlar içinde yükselen birbirinden güzel ağaçlar, yolun ufkunda ise denizin verdiği tablomsu manzara. Buralara daha önce gelemediğine üzüldü, içinde bir geç kalmışlık hissi ile.

Annesini hatırladı hüzünle, yeniden. "Canım annem, sana anlatabilseydim bunları" geçirdi içinden. Annesi ve babasının ayrılışı onun yurt dışına çıkma planını bozmuştu yıllar önce. Annesini bırakıp bir yerlere gidememişti, ta ki onu kaybedene kadar. 9 sene ana kız yaşamışlar, birbirlerine tüm desteklerini vermişlerdi. Ya şimdi? Yapayalnız hissetmişti Hayal, annesinin ölümüyle. Aynı evde yaşamaya devam etmek anlamsızdı artık. Sadece evi değil, tüm yaşamını değiştirmiş, kalkmış dünyanın öbür ucuna gelmişti ya, hep annesiyle konuşmaktaydı.

Annecim bir bilsen, burada sokaklar o kadar temiz ki, demek istiyordu. Annem biliyor musun, kaldığım evdeki çocuk çıplak ayaklarıyla fayanslara basıyor diye, ona terlik giydirmeye çalışıyorum, beni anlamıyor. Koca adamlar, çocuklar hep yalın ayak dolanıyor sokaklarda ondan. Bu ülkede her yer ağaç, çiçek, toprak ama biliyor musun hiç çamur yok anne. Korkma anne, herkes sapasağlam, hiç de hasta olmuyorlar. Evde ayakkabı ile geziyorlar ama sokaklar bizimkiler gibi pis değil ya, evler de öyle çok pis olmuyor anne.  Çimler herkesin, istersen basıyor, istersen oturuyorsun, öyle güzel ki, şehrin içinde kendini piknikte hissediyorsun. Alıyorsun öğle yemeğini, arkadaşlarla doğru çimlere.

Tatlı yağmur devam ediyordu, Hayal ayakkabılarını ve çoraplarını çıkardı. Eve gitmekten vazgeçmiş, biraz yürüyüş yapmakta karar kılmıştı. Çıplak ayaklarıyla ilk ıslak zemine basışında biraz soğuk hissetti ama çabucak alıştı ayağı soğuğa asıl sorun narin ayaklarıydı, alışkın değildi böyle yürümeye. Kaldırımın beton bölümleri gayet düzgün olmasına rağmen ayaklarını acıtıyordu, yavaşladı buralarda, çimen bölümlerde ise kendini yuvasında hissetti, doğaya en yakın olduğu yerde. Çim alanları kolladı daha çok yürümek için. Doğayı düşününce babası geldi aklına.

Babası tüm iş yaşamı boyunca bir çiftlik kurma hayali kurmuş ve emekli olur olmaz şehir dışında geniş bahçeli bir eve taşınmıştı. Hayal babasını görmeye birkaç ayda bir gidebiliyordu. Emekliliğinin ardından kendini tamamen bahçe işlerine vermişti babası. Bahçede yapılacaklar hiç bitmiyordu, hep çok meşguldü, o hiç gelemezdi, kızını ziyarete. Hayal babasını her görmeye gittiğinde babasının yeni bir inşasıyla karşılaşıyordu. Bahçe her geçen gün bina tarlası oluyordu ve Hayal bunu anlayamıyordu. Elbette, bazı bölümler gerekliydi ama babası her amaç için ayrı bir oda yapmaya çalışıyor ve bir yandan da çamurla mücadele etmeyi her yeri betonla kaplamak olarak görüyordu.

Baba, biliyor musun, bu adamlar toprağı kontrol etmeyi öğrenmişler. Her yer çim, her yer ağaç... Çimleri ekiyorlar, uzayınca kesiyorlar, muhteşem bir koku yayılıyor. Sürekli basılan yerlere taş döşeyerek, ya da betonla şekillendirerek, doğayla medeniyeti bir araya getirmişler. Evet baba, çok basit değil mi? Niye bulamıyoruz biz, bu basit çözümleri baba? Çok mu basit geliyor, bu kadar kolay olmamalı mı diyoruz? 

İyice ıslanmıştı Hayal, yine de yavaşça yürümeye devam ediyordu, düşünceli. Sokağın sonunda bir park olduğunu gördü, parka daldı. Dalları yerlere değen koca ağaçlar, kocaman kırmızı çiçekleri ile selamlıyordu onu. Kuş sesleri ise artmıştı parkta. Birbirinden değişik sesler geliyordu ama ayıramıyordu kuşları Hayal. Bir anda kendini çimlere bıraktı Hayal, açtı kollarını yağmura, yüzünde şaplayan yağmur damlaları onunla şakalaşıyor gibiydi. Özgürlüğü ve huzuru hissetti Hayal.  















25 Mart 2013 Pazartesi

Basit bir şifre gibiydi korkuyu korkutmak

Korkudan ölürüz biz,
Bilir miydiniz?
Sormadım başka kültürlere
Eskilerdendir bizimki
İnandım bilgeliğine

Biz korkudan ölürüz
Ve öldürürüz kendimizi
Bize değil hepimize dairdir bu
Bilir misiniz?

Korkunun zerresidir
Adımın gerisi
Ölümün aynısıdır
Korkusu kaybetmenin

Ve bir bilmece gibidir
Cevabı içinde gizli
Ne kadar korku varsa içinde
O kadar kaybedersin

Ölmeyeceksen korkudan
Öldüreceksin korkunu

Giremeyecek kapından
Öyle korkacak senden

Beş kuruşluk gerçeğe hayalleri satmanın bedelidir, ulaaaan!!!!!

Bir nehir kurmak istersin gönlünde
Sularında yıkandığın
Her an farkını sana katan

Sular da pek kirlendi ya
Bakarsın ki bir farkı da kalmamış suyun

Küresel kirlilik işte der
Yanarsın tek başınalığına

Gün gelir şaşalarsın
Hayallerini yorganına göre uzattığına

Ulan! dediğinde
                                                      Anladığın andır
                                                      Hayallerinin haciz memuru olduğunun!

17 Mart 2013 Pazar

Waitakere'de Meditasyon

New Zealand pigeons
"masal kuşu"
Şu sıralar kafamdaki milyon soruyu çözmeye kendimi vermiş ve hayatın gerçeklerinden oldukça uzaklaşmış durumdayım canlar. Oysa gerçekte yapmam gerekenler gırla. En sonunda eneee, dememeyi umuyorum.

Bir olay, bir insan ve arkasından yaşananlar beni, kendimi yeniden gözden geçirmeye itti. Buna benzer bir şey daha önce de yaşamış ve şu ikilemde kalmıştım. Nefret mi etmeliyim, teşekkür mü? Teşekkür etmeyi tercih ediyorum, bir yandan acı çekerek. Hayatın eğitim verme yöntemi acı vermek. İdrak sanki başka türlü açılmıyor, ne acayip!

İlginçtir, tam da benim sorgulamalarımın başladığı süreçte bir arkadaşım ile meditasyon hakkında konuşuyorduk. Mantığı hep sevmiş biri olarak meditasyonun yapılma yöntemi ve gerekçesi bana çok akılcı göründü. Derler ki, meditasyon beynimizi dinlendirmemizin bir yöntemidir, uyurken bedenimiz dinlenir ancak beynimiz çalışmaya, rüyalarımızla bize hizmet etmeye devam eder, biz çoğunu hatırlamasak da. Meditasyon yapmak ise aslında beyni boşaltmak ve hiçbir şey düşünmemek. Meditasyona yardımcı olabilecek koşullar, bir çeşit müzikle, ortamın sessizliği ve loşluğuyla oluşturulmaya çalışılsa da söylenene göre herkesin kendi kafasını boşaltma yöntemi birbirinden farklı olabiliyor. Bir arkadaşım olabildiğince boş, sessiz ve karanlık bir odada gözleri kapalı oturarak konsantre olduğunu ve önce  kafasının içinde odadakileri dışarı attığını, sonra düşüncelerinden bir bir kurtulduğunu anlatırken, bir başkası derin nefes alıp vererek düşüncelerden çok bedenine organlarına konsantre olduğunu aktarıyor. Benim anladığım bu bir nevi, düşüncelerinden biz zamanlığına kurtularak, kendine dışarıdan bakmak, düşüncelerini ayıklamak, neyi gerçekten istediğini ayırt etmek, istediğine odaklanmak gibi faydalar sağlıyor. Bir çok kişi meditasyon yapabilmenin zor olduğu ancak bunu başardığında kişiye ferahlık verdiğinde hemfikir.

Ben de merakım ve işin aklıma yatmasıyla deneyeyim dedim. Bir arkadaşım aracılığıyla eğitim veren bir yerle bağlantıya geçtim ama ders saatleri bana uymadığından hafta sonu grup üyelerinin yapacağı geziye katılmaya karar verdim.

Waitakere içinde içine atlanılan gölet
Toplandık ve Auckland'a arabayla yaklaşık yarım saat uzaklıktaki Waitakere ormanına gittik. Grup yürüyüş yapacaklar ve koşacaklar olarak ikiye ayrıldı. Ben yürüyen gruba katıldım. Yürüyüş grubunun lideri aynı zamanda meditasyon merkezinin kurucusu ve otuz yıldır bu işi yürüten dünya tatlısı bir insan. Tek sıra halinde yaklaşık yedi sekiz kişi yürüyoruz, kendimizi dinliyoruz ara ara liderimiz bir ağacın yanında durup bize ağaç hakkında bilgiler veriyor. Yeni Zelanda'nın endemik ağacı Kaori, tek ve büyük bir gövdeden oluşması, yumuşak dokusuyla kolay işlenmesi ve yıllara direnerek muazzam bir büyüklüğe ulaşması ile ünlü. Yüz, iki yüz yaşında bir ağaç görmek hiç zor değil, çok fazla kıyıma uğramış olmasına rağmen. Yürüyüşe başlarken gördüğümüz Yeni Zelanda güvercininden de bahsetmeliyim. Diğer güvercinler gibi onlar da insandan kaçmıyor ve görüntüleri kendimi bir masalın içinde hissetmeme neden olduğu için bence onlar masal kuşları. Gezinin en ilgi çekici kısmı ise orman içinden akan derenin gölleştiği bir noktada suya dalmaktı. Bu arada belirtmeliyim, orman içinde yapılan yürüyüş yollarına, düzenlemelere, bilgilendirmelere hayran kalmamak elde değil. Yeni Zelanda'yı bu yüzden çok seviyorum.

Yürüyüşümüz yaklaşık üç saat sürdü, koşu ekibi bizimkinin belki beş katı bir mesafeyi bizimle aynı sürede tamamladı. Buluşuldu ve kahvaltıya gidildi, ikili üçlü sohbetler edildi.

Ben bir noktada meditasyonla ilgili bir şeyler yapılacağını düşünüyordum, sözü bile geçmedi. Dedim ki benim kavrayamadığım aslında bizim yürüyüşümüzün de bir çeşit meditasyon oluşu. Meditasyonla ilgili bilgi edinmeyi gelecek bir güne bırakıp yeni güzel insanlar tanımanın mutluluğuyla eve döndüm.













16 Mart 2013 Cumartesi

Ooops!


by Tuncay Batıbeki
Chris was not happy at all, he sat in the Irish pub blindly staring at the wooden table and slowly drinking his beer. His face could be read like a book. 
His friend, Nick, noticed him and came over to say hi, but realized his friend was down.
"What happened?" he asked. 
"Nothing!" Chris replied.
Nick tried to make him cheer up, but it was impossible and he left him alone.

***

A few months later they met again. Chris was still looking pale. Nick persuaded him to come over to his house this time. When they arrived home, Nick's wife was cooking dinner. It smelled so good they sat down as soon as possible.

They enjoyed with delicious food talked about their lives. Nick still wondered why his friend was so upset?

Eventually, he told them the story that was love. He had been really enjoying life. He had thought that there was a special relationship between a girl and him. However, they had only spent two passionate months together. 

Then Chris fell silent, Nick and his wife looked at him with curiosity.

In the end he agreed to talk. He couldn't decide from where he start and said that one day his girlfriend farted. 

Another moment of silence followed, before Nick and his wife burst out laughing.

Chris left straightaway. He knew that nobody could understand him. He can't solve the problem in his mind either.

***

A while later, he explained what happened. After the girl farted she had started to cry and explained that they couldn't be together anymore, that because of te fart things would be very awkward between them and their love was going to die. She loved him a lot and left him because of this.

Nick and his wife were sad and would have liked to help but unfortunately it was impossibble because the girl had already left the country.

***

Chris got older and older and almost forget the girl, life was life and he enjoyed it and lived more wisely.
One day, many years later, he met a woman who was very beautiful for her age. Something about her was very familiar. The woman had already recognised him and introduced herself. They laughed and laughed together about how stupid they had made their lives.

***

Yes love is love, even after so long. She admitted her mistake and became a supporter of farts. They even decided to make their story public and established an association called "The Freedom to Fart!"

3 Mart 2013 Pazar

Aşk aşk aşk yüzünden arap saçına döndüm, şimdi insana dönmeye çalışıyorum!


Bizde böyle bir tabir, şarkı sözü ve bitki var, nasıl bir benzetme, aşk aşk yüzünden arap saçına döndüm! Arap saçı, olabilecek en karmaşık şey hemi :)
İnsan ne tuhaf deyip duruyoruz ama en çok insanın normal halini algılamaktaki acizliğimiz bizi şaşırtıyor, görmüyoruz. Değil mi ki insan kendini bile nice sonra anlarken, karşısındaki anlamakta zorlanacak olan. Değil mi ki anlamaya öncelik vermek yerine, yargılamayı görev bilen.
Çocukluğumda en etkilendiğim film sahneleri nasıl insanların birbirlerini yanlış anlayarak hatalara sürüklendikleriydi. O zamanlardan, eğer insanlar birbirlerine karşı açık olurlarsa sorun kalmazdı ki, sonucunu çıkarıvermişim. Sonradan bu anlamama ya da yanlış anlaşılma halleri bir de komedi türü oldu üstelik; amerikan apartmasıdır çoğu, hiç sevmem, komik de gelmez bana.
Demeden edemeyeceğim, bu hayat çok garip! Alacağın dersi daha çocukken almışsın, bu anlama meselesine hafiften kafayı takmışsın, kendince bir çözüm geliştirmişsin de, bu anlama, anlamama halleri ne oluyor sonra?
Algısı insana çok pis oyun oynar, gördüğünü, duyduğunu şaşırtır.
Yargılar başlamadan oyun kaybettirir.
Olumsuz düşünce sahibine geri döner.
Herkes biliyor di mi bunları? Bilmeyen var mı? Sınav, sorgu falan değil, kadını, erkeği kime sorsan, üniversitede ders verecek detay verebilir bu deyişler hakkında.
Ama yaşam öyle mi? Yapabiliyor muyuz, uygulayabiliyor muyuz, ne kadar?
Uygulayabilene şapkamı çıkarıyorum ve saygılarımı iletiyorum ama sayının pek az olacağını da tahmin etmekteyim, üzülerek.
Tahminlerde bulunurken kendimi de bu güruhun içine katıp çoğunluk arasında kaybolarak suçluluk hissimi azaltma çabamı mazur görmenizi temenni etmektir dileğim, kimbilir?
Yaptım, bir yargıda bulundum, yanlış anladım, üzüldüm, ağladım ve olumsuz düşüncelerimin esiri oldum. Üç cümlelik özdeyiş toplamının hepsini birden ihlal etmeyi başararak, bunlara kıymet veren herkesin gözünden kendi kendime düştüm, karnım ağrıdı, içtim, kafam yarıldı. Üzüldüm de üzüldüm daha çok daha da çok...
Ve baktım ki arap saçına döndüm. Şimdi bu halimle yaşam savaşı vermekteyim. Kolumu kaldırıyım diyorum bacağıma dolanıyor, başımı kaldırayım derken kıçım oynuyor, ayağıma bakıyorum sırıtık suratımı görüyorum. Çok fena durumum dostlar, spora başlayayım diyorum, iyi sulanır ve uzuvlarımı biraz geliştirirsem, belki her  şeyi yeniden yerli yerine koyabilirim, ya en azından gözümü bulup yaşını sileydim.
Bu arada bunları da anlatıyorum, hani sizin de başınıza gelmesin falan diye değil, hani bu aşamaya gelmeye hazırlıklı olasınız, bu insan cibilliyeti bildiğini de yanlış yapmakta pek istikrarlı, demedi demeyin.


26 Aralık 2012 Çarşamba

Karadenizin Kara Ateşi ile Maorilerin Hangisi



Yeni Zelanda'nın yerel halkı Maorilerin ünlü yemek pişirme yöntemine Hangi deniyor. Telaffuzu haynni gibi okuyabiliriz. Yemeğin pişirilme süreci oldukça uzun ve zahmetli ve sonucunda çok lezzetli bir yemek sizi bekliyor. Bu yemek pişirme yöntemi hakkında bilgi edinirken aklım çocukluğumdan “iyi ki” bildiğim Karadeniz’in kara ateşine gitti. Karadeniz’in diyorum ama tarihsel ya da kültürel bağlantısını bilemiyorum ne yazık ki, bildiğim sadece deneyimim, şahit oluşum. Araştırmak istediğimde hakkında hiçbir şey bulamadım, belki başka isimler kullanılıyor, kara ateş yerine. Önce Maorilerin hangisi…  
Bir Maori köyü olan Mitai'yi ziyaret ettiğimde bu yemekten tatma şansım olduğu için mutluyum, çünkü bu şansa erişmek her zaman mümkün olmuyor. Rezervasyonsuz bu büyük organizasyona katılma şansınız yok. Kültürlerini en iyi şekilde tanıtmak isteyen Maoriler, sizi onlarının kültürünün bir parçası haline getiriyor bir kaç saatliğine, bir yandan öğrenip bir yandan başka bir kültürün tadına bakıyorsunuz. ( Mitai köyü hakkında detaylı bilgi için http://www.mitai.co.nz/ )
Mitai Maori Köyü / Hangi usülü yemek
Fotoğraf: Bülent Boyacı
Hangi için; büyük taşlar ya da günümüzde daha çok demir parçaları, sıcaklığı 700 dereceye çıkarılmak üzere, üzerlerine koca bir palet büyüklüğünde ağaçlar konularak yakılıyor, kaya ya da demir blokların sıcaklığa ulaşması 2,5 saati buluyor. Başka bir yerde oldukça büyük bir çukur kazılıyor ve toprak ısıtılmak amacıyla çukurun içinde de bir ateş yakılıyor.
Sıcaklığı yeterli düzeye ulaşan kaya ya da demirler ısıtılmış çukurun üzerine yerleştiriliyor ve üzerlerine lahana yaprakları atılıyor, yemekle kor ateşli parçaların direk temasını uygun bir şekilde kesmek için. Bazı yerel ağaçların yaprakları da aynı işlev için kullanılabiliyor ya da kullanılıyormuş eski tarihlerde. Çukurun etrafına ıslatılmış çuval bezleri seriliyor, yemeğin buharla pişmesini sağlamak için. Ardından tavuk, et, patates, buranın tatlı patatesi kumara gibi dileğe göre doldurulmuş sepetler bir bir çukura yerleştiriliyor. Pişirilecek malzeme ile dolu çukur üzeri yemeğin etkilenmesini önleyecek, uygun bir örtü ile kapatıldıktan sonra, üzerine toprak yığılarak yemek tamamen gömülüyor. Yemeğin yenecek hale gelmesi 4 saati buluyor. Bu zahmetli ve devasa yemek elbette günlük değil, Maoriler hangiyi ancak düğün, cenaze gibi bir köyün tamamına yemek verilecek zamanlarda yapıyorlar. Son zamanlar da bir de turistik amaçlı tabi. Türkiye’de yaşayanlar, çeşitli kültür katmanlarının etkisiyle bir şekilde bu yemeğin nasıl bir lezzete sahip olabileceğini tahmin ederler, benim aklıma ilk gelen örnek tandırda pişen ettir, örneğin. Hangi hakkında aşağıdaki videoyu izleyerek de bir fikir sahibi olabilirsiniz.


Gelelim Karadenizimizin kara ateş’ine…
Benim köyüm Trabzon’un Tonya ilçesinin Karaağaçlı köyü. Benim köyüm diyorum çünkü annem de, babam da aynı köyden ve ben orada doğmamış olsam da ailemin bağlantıları, bilgisi, görgüsü bu köyden geliyor.
Karadeniz evleri genellikle ahşap olarak bilinir, bizim köyümüzün eski köy evleri taştandır. Annemin babaannesinden aktardıklarına göre eskiden Rumlarla Türkler aynı köyde beraber yaşarlarmış ve köyün evlerini Rumlar yaparmış. Annemin babasının evinin üst tarafında küçük bir tepecik vardır, orada eskiden bir kilise varmış, şu anda kalıntısı bile yok. Kurtuluş Savaşı yıllarında büyüklerimizden “muhacirlik” diye duyduğumuz zaman diliminde köydeki Türkler Samsun’a kadar gitmiş. Gidenlerin bir kısmı Samsunda kalsa da önemli bir bölümü geri dönmüş, Rumlar hariç tabi. Geri döndüklerinde köydeki bütün evler yıkıkmış, ayakta duran tek ev annemin ailesinin evi imiş ama Türkler ev yapmayı bilmiyorlar, gelmişler eve bakıp benzerlerini yapmışlar.
Bu eski taş evlerin benim gördüğüm kadarıyla hep iki kapısı var; durumu iyi olanların oda sayısı daha fazla. Evlerin içinde tuvalet ya da banyo gibi bir bölme yok. Bunlar hep sonradan ekleme. Oturma alanında mutlaka şömineye benzeyen bir baca sistemi var. Eskiden bunun önünde de bir kara ateş varmış. Ben köyde hiç kara ateş görmedim. Benim gördüğüm bütün evlerde zemin tahtayla kaplanmış ve kuzine kullanılmaya başlanmıştı. Kara ateş, yılın sadece belli bir bölümü kullanıldığından fazla yatırım yapılmayan yayla evlerinde vardı. Evlerin geçmişi nedeniyle kara ateşin de Rumlardan kalma bir yöntem olduğunu tahmin ediyorum.
Büyük tek kalıp bir taşın ortalama bir derin tepsi büyüklüğünde oyulmuş ve evde hemen şömine bölümünün önüne yerleştirilmiş haline kara ateş denir, şeklinde bir tanım yapabilirim ya da bu da tıpkı Maorilerde olduğu gibi bir yemeğin pişirilme yöntemidir denilebilir.
Ben kara ateşte sadece ekmek pişirildiğine şahit oldum. Bu da çocukluğumun unutulmaz en önemli lezzetlerindendir.
Köyümüzde ekmek evde yapılırdı, hala yapanlar vardır sanıyorum. Köylüler tekne ( ekmek teknesi ) dedikleri büyük bir tencere büyüklüğündeki kabı ( benim şahit olduğum yıllarda bu kap genellikle plastiktendi ) sadece ekmek yapmak için muhafaza ederler. Teknenin içinde bir kısım hamur mutlaka bırakılır, bir sonraki ekmeğe maya olması için. Ekmek beyaz undan yapılır. Köyde buğday yetiştirilmediğinden bu satın almaya tabi bir kullanımdır.  
Kuzenim Karaağaçlı köyünün yakın yaylası
Sanga'da kara ateşi yakıyor.
Pişirme işlemi için önce kara ateş odunlarla ve Karadenizin mis kokulu çam çırasıyla yakılır. Taş iyice ısındıktan sonra ateş ve çukurun içindeki kül kenara süpürülür. Kızgın taş külden iyice temizlendikten sonra Karadenizin kara lahana yaprakları çukurun içine serilir, tozla bağlantıyı kesmek yanında ekmeğe de lezzetini katar bu. Sonra da hamur bu kızgın taş tepsinin içine dökülür. Üzerine sac kapatılıp kenara süpürülmüş ateş sacın üzerine taşınarak ateş ve sıcaklık sürdürülür. Tam süreyi hatırlayamıyorum yaklaşık bir saat olsa gerek, ateş kenara alınıp sac kaldırılır ve ekmek pişmiş ekmek dışarı alınır. Lahana yaprakları çıtır çıtır dökülür ekmekten, kalan harika bir lezzettir.
Bazen çocukluktan kalan ne ise neden çok kıymetli olduğuna aklım takılır, ilkler mi, farklılıklar mı, saflıklar mı?