18 Ekim 2015 Pazar

Osmanlı mıyız? Ne kadar?

Osmanlı İmparatorluğu bizim geçmişimiz değil mi?
Kafaları karıştıracak bir soru olabilir bu. Nereden baktığınla da çok çeşitli yanıtlar verilir.
Peki biz kimiz?
Türkiye topraklarında yaşayanlar, kendilerini nasıl ve asıl ne olarak tanımlıyor?
Osmanlı Türk müdür?
Türk kimdir?

Anlamların zaman içindeki değişimi bu soruları sorarken sinsice yanıbaşımızda bekliyorken nasıl doğru yanıtlar bulacağız sorularımıza?

Etnik kimliğin ikinci planda olduğu, dolayısıyla içinde barındırdığı insan kitlesinde her türlü etnik grup ve dini yapıyı barındıran bir yönetimden ve yönetimsel olarak kendi oluşturduğu bir Osmanlı kimliğinden bahsediyoruz. Osmanlı, daha çok dışarıdan Türk olarak tanımlanmış, İstanbul'un alınışı sonrası ise Rumi de demiş kendine Osmanlı, Roma İmparatorluğunun devamı olduğunu vurgulamak üzere. Neden Türk dememiş? Burada Türk adının, kelimesinin anlamının biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum o günde. Bir aynı kandan olma dışında, kültür durumu Türk olmak.

Osmanlı'yı iyi anlamamız ve onunla hesaplaşmamız gerekiyor. Osmanlıyı ne Türk diye sevmek, ne de başka bir nedenle reddetmek bizim kendi önümüzü tıkayan, tıkayacak bir anlayış olur.

Tarih öğrenirken öne çıkan kronoloji  bilgisi ile olayların, savaşların takibi bize kuru bir bilgiden ötesini vermiyor. Tarihi faydalı kılan ise o günün koşullarını hissedebilmek ve o günde yapılanların neden ve sonuçlarını gözlemleyebilmek. O gün hangi ihtiyacın neyi doğurduğunu okumak. Bir de konu Osmanlı olunca iş bunun kendini tanımayla ilgisine geliyor. Bugünü anlamak için geçmişi de biraz kurcalamak gereği doğuyor.

İlber Ortaylı'nın "Osmanlı'yı Yeniden Keşfetmek" kitabı bu konuda bir başlangıç olabilir. İlber Ortaylı konuşmalarının bir düzenlemesinden oluşan kitap oldukça ilgi çekici.

Kitaptan benim kendime notlarım;

*Konstantiniyye; "korunmuş makam"  ... Büyük Konstantin'in adını taşımaktan dolay Osmanlı İstanbul'u hiçbir zaman yüksünmüş değildir. S/9

* ...''şehre şehirde" anlamında kullanılan Stinpoli, İstanbul'un eski adı olarak ortaya çıktı. Müslüman Emevi kuşatmasında İstinbol deyimi yerleşti. Zamanla bu şehre eski ismine benzeyen bir kelimeyi de Türkler kullandı. S/12
Ayrıca İslambol kelimesinin de 18. yyda bir dönem kullanıldığı ifade ediliyor, ancak bu isim uzun ömürlü olmamış.

* Mimar Sinan'ın eserlerinin tam sayısının ve aslında hangilerini birebir yaptığının bilinemediği ve aslında bir Mimar Sinan ekolünün eserlere adını verdiği

* Osmanlı'da devşirme sisteminde, devşirmelerin çoğunlukta Hristiyan ailelerin akıllı ve güzel çocuklarından seçildiği, bazen Müslüman Türklerden de seçim yapıldığı ve bunun birkaç yılda bir birkaç bin olduğu, Devşirmelerin Osmanlılaştırıldığı ve eski kimliklerini sadece bir anı olarak taşıdıkları.

* Osmanlı'nın zenginliğine rağmen yapılarındaki mütevaziliği

* Divan-ı Hümayun, Farsça, imparatorluk kurulu manasında

* Osmanlı İmparatorluğu, tarihin son Roma İmparatorluğu'dur. S/181


İlber Ortaylı, Osmanlı'yı Yeniden Keşfetmek, Timaş Yayınları,189 Sayfa, 25. 2007 baskısı


Karatay Diyeti

Bir gün bir diyet kitabı ile ilgili bir yazı yazmak isteyeceğim aklıma gelmezdi.

Prof Dr Canan Karatay'ın kitabını, Bilimsel Gerçeklerle Kilo Vermenin ABC'si adlı kitabını okudum yolculuğum sırasında.

Canan Hoca, vücudumuz nasıl çalışır'ı doktora değil de bize anlatırken, hem bildiklerimizin arka yüzünü bize gösteriyor, hem de bilmediklerimizi ama özellikle yanlış bildiklerimizi de açıklığa kavuşturuyor. Söylediklerinin takip edilmesinin bizlere daha sağlıklı bir hayat sunacağı ve bizi bilinçlendireceği açık. Teşekkürler Canan Hoca.

Bundan sonrası, mutfağımızı gözden geçirmek, yediklerimizi, ne yediğimizi bilerek yemek ve ne yiyeceğimizi düşündüğümüz kadar, hareket etmeye, yürüyüşe de zaman ayırmaktan geçiyor.

Hadi başlasın sağlıklı yaşam.

 Prof Dr Canan Efendigil Karatay, Bilimsel Gerçeklerle Kilo Vermenin ABC'si: Karatay Diyeti, Hayykitap, 160 sayfa, 61. Baskı İstanbul, Ağustos 2015

5 Temmuz 2015 Pazar

Dayanılmaz Ahmaklık

Tom Scott - Yeni Zelandalı karikatürist
"Beni duyabiliyor musun Huoston? Evet, Dünyayı görebiliyorum.
İnan bana dünyanın durumu bizim düşündüğümüzden daha kötü."
Gitmek vardı ya aklında, az biraz da öğrenmişti gitmelerin çözüm olmadığını.

Sırt çantasını öyle iyi düzenlemişti ki, öyle sade bir çanta hazırlayabildiği için kendiyle gurur duydu. Bunlar hep oradan oraya taşınmaların, sık sık seyahatlerin sonucu olmalıydı. Zamanla taşıdığı pek çok şeyin aslında, kendine yükten başka bir şey olmadığını anlamıştı. Fazlalıklardan kurtulmak çantayla beraber onu da hafifletmişti. Ne çok fazlalık vardı yaşamında, yaşamlarda. Durduğu an insan biriktirmeye başlıyordu, bağlar geliştiriyor, fazlalaşıyordu. Bu bedenin ihtiyaç fazlası yiyecekle yağlanması gibiydi. Eşyalarımızı, bağlar geliştirdiklerimizi bırakamıyor evlerimizi, yaşamlarımızı obezleştiriyorduk. Oysa en çok özendiğimiz kuşlardı. Özgürlüğün anlamını bulmuştuk onlarda. Ne kadar da güzel süzülüyorlardı havada.

Bizi insan yapan biraz da bilgilerimizi biriktirebilme yeteneğimiz ise neden unutuyorduk ya da yeniden öğrenmemiz gerekiyordu, neden kuşları özgür bulduğumuzu?

Gitmeye hazırdı o ilk uzun yolculuğuna, en aza indirilmiş gereksinim çantası ile. Belki de son kez içinde bulunuyor olduğu odasına baktı, duvarlarında asılı olanlar hatıra doluydu, bir bir baktı; resimler, fotoğraflar, bir yelpaze, bir kaç poster, bir kaç not, bir küçük enstrüman... Öğrenebildiğimiz için kendimizi diğer canlılardan ayırırken, öğrendiklerimizle çoğu zaman kalıpların içine giriyor ve düşünebilenamadüşünmeyeninsanlara dönüşüyorduk. Gitmek bu düşünebilenamadüşünmeyeninsanların arasında yaşayamayanlar için yegane çözüm gibi dursa da gidilecek yer ötekidüşünebilenamadüşünmeyeninsanlar dünyasından farklı bir yer değildi. Duvarlarına, uyumayı çok sevdiği yatağına, anılarına son kez bakarken sevdiklerini bırakabilmenin onlara o kadar da ihanet olmadığını, onları hep seveceğini düşündü, bu öteki dünyadan habersizdi o zaman ama ayrılırken içindeki o tuhaf hissin aslında öteki dünyaların öteki düşüncesizleri olacağının bir sezgisi olduğunu anladı yıllar sonra.

Çok üzgündü çevresinde çokça düşünebilenamadüşünmeyeninsan görmekten. Bu damadmeler* mesela kendi milletleri, ırkları ya da dinleri dışındakileri, aşağı, ahlaksız ve de düşman görüyorlardı. Soyları ile ilgili bilgisi yüzyıldan öteye gitmiyordu bile. Üstüne geçmişini anarken en çok tekrar ettiği kelimeydi hoşgörü, hem ırka, hem dine. Kendilerine her koşulda saygı beklerken, kendileri inandıkları dışındaki her şeye saygısızlığın dibine vuruyorlardı. O kadar ikiyüzlüydüler ki, matematikte başarılı olmaları mümkün değildi. Nasıl anlayacaklardı ki rasyonel olmayı, mantığı! Bir de bir kışkırma huyu vardı ki bu damadmelerin evlerden uzak. Bir fotoğrafla, duydukları bir iki sözle kışkırabilme becerisine sahiptiler. Hiç bir şeyi öğrenme niyetleri yoktu, her şeyi zaten bildiklerinden. Çevresinde gördüğü ve gördükçe biriktirdiği, biriktirdikçe onu ağırlaştıranlardan azıcık uzaklaşabileceğini düşünüyordu odasından dışarı adımını atarken.

Yolculuğu sırasında taşlara takıldı bazen, benim de içimde bir damadme mi var yoksa diye ürperdiği anlar oldu. Öteki damadmelerle tanıştı. Damadme olmamaktı kaygısı gün sonunda. Kendine insanlar biriktirmeye uğraştı. Ne çok öğrenilecek vardı, ne çok başka anlayış... ve bunca şeyi öğrenmek, onlar hakkında baştan verilmiş bir hükümle mümkün değildi. Seyahat etmek ne büyük bir yardımcıydı, kendini tanımaya, başkalarını tanımaya, başkalarını tanırken kendini daha çok tanımaya. Herkesin seyahat edebilmesini diledi. Böylece eşya olmayacaktı birikenler.

Bir kez daha yola çıkıyordu şimdi. Aklında en son yaşadıkları ve öğrendiklerinden kalan notlarla, baba diyarından ardı arkası kesilmeden gelen damadme haberleri. Kafalarda birikenlerin de ne büyük yük olduğunu gördü. Elbette her insanın kendini tanımlamaya, dünyadaki koordinatını belirmeye ihtiyacı var. Ancak kendi dışındakileri tanımlama becerin de, sen değil miydin?

Iloyy - Kübalı karikatürist
O adamın da senin gibi olduğunu hep unutursun be insan. O yüzden hep talime ihtiyacın var.

Kafada kalıplaşanlar da evde birikenlerle benzerdi aslında. Biriken kalıplar da kafayı yağlandırıyordu. Kafanın da beden gibi egzersize ihtiyacı vardı. En çok da kalıplarını atıp özgürleşmeye, işte o zaman uçmaya en yakındı, işte o zaman bir kuş olmaya.


*Damadme - düşünebilen - d, ama - ama, düşünmeyen - dme : damadme

Not:
Her dile, dine, insana anlayışlı, saygılı olacağız ya, bazen ahmağa da ahmak diyemiyoruz. Saygısız olmayalım diye, ahmağa da, ahmaklığa da göz yumar oluyoruz.

14 Haziran 2015 Pazar

Gündem ve Sabahattin Ali

Fazıl Say ateist olduğunu ilan ediyor twitterda sadece bunu değil, okuduğu, etkilendiği, düşündüğü ne varsa yazıyor ama bunlar birilerine ağır geliyor. Sorgulamak mı, dini mi, o da ne? Dinde sorgulamak yok ama kabul etmemek de yok. Yani hiçbir şekilde dışına da çıkamazsın. O sorguladığı için bir kişi şöyle sesleniyor, "bu dinsizleri Hitler gibi sabun yapmak istiyorum." bu istek önemsizce kaydediliyor bir yerlere... İnsanlık suçunun savunucusu herhangi bir ceza almadan sıyrılıyor ve muhtemelen devam ediyor içindeki nefreti büyütmeye. Başkaları onunla aynı şeylere inanmıyor diye.

***

Cüneyt Özdemir'in bir köşe yazısını okuyorum, başbakanın kızını anlatıyor, diyor ki, o da siyasete atılabilirmiş, dış seyahatlere babasının danışmanı olarak katılıyormuş ama o çok başkaymış çünkü piyano çalıp şan dersleri alıyormuş, ileride başörtülü başbakan görürsek şaşırmayalımmış. Asıl şaşıran kendisi gibi geldi bana, bizi de ikna etmeye çalışıyor, bir de, "ben ne zaman başörtüsü desem bu birilerine dert oluyor" deyip ekliyor, "başörtüsü meselesini bu insanların ucuz tepkilerine aldırmadan tam da bu şekilde yaşayarak ve konuşarak normalleştireceğiz" Bu cümleyi, siyasi bir partinin görüş kardeşi, savunucusu olarak da alabilirsiniz, bir sorunu kabul eden, sorunun çözülmesi için bunu oturup konuşmalıyız, diyen insani bir yaklaşımın sonucu olarak da. Ben ikincisini tercih etmiştim, ta ki 2 gün sonraki Fazıl Say hakkında yazdıklarına kadar... Gazetecilerin, medyanın taraflı tutumu mu yoksa beni uzaklaştıran... doğru bilgiye ulaşamadıktan sonra, okumak da anlamını yitiriyor sanki

***

Sabahattin Ali'nin o güzel öyküsü tam da zamanında düşüyor önüme. Sabahattin Ali, Türk yazının okuduğum en samimi, en duru, en insan yazarlarından. Onu her okuduğumda içime işler, derinlere yolculuk yaptırır ve hep aynı şeyi düşünürüm: "Sırf komünist diye Türk yazınına böylesine değerli katkısı olmuş bir yazarı görmezden gelir, ders kitapları. Edebiyat derslerinde yokmuş gibi davranılır, bana göre "dev" Sabahattin Ali'ye. Ne güzel de söylüyor acıklı öyküsünde, ne çok insanı tanımlıyor, bana nasıl da kendimi hatırlatıyor: "Hayatım tasavvur edilemeyecek kadar manasız ve boş geçiyordu. ... Ruhum kütleşmişti, gazeteleri merak etmez, konuşmaktan hoşlanmaz, basık tavanlı bir meyhanede bir arkadaşla birkaç kadeh içip gevezelik etmekten zevk almaz olmuştum. ...Hayat sanki sadece gözlerimin eriştiği yerlerden, içinde yaşadığım zamandan ibaretti. Sanki dünyada beni işime götüren tozlu ve çamurlu yoldan, kerpiç duvarlardan ve ne söylediklerini yarım saat sonra bile hatırlamaya imkan olmayan birkaç iyi kalpli arkadaştan başka bir şey mevcut değildi."

Okumak hiç olmadığı kadar akıcı sanki, bu Sabahattin Ali'nin gücü.
Evet, ruhlarımız hepten kütleşti bu sevgisiz, mutsuz güruh içinde. Gazeteleri okudukça nefreti katmerleyenleri görmek, dalkavukları görmek insanın canını nasıl da acıtıyor. Üstüne gündemden kaçıp sığındığın kendi dünyanda da kötülükleri görmene rağmen hiçbir şey yapamamanın acizliği ile her şey tadını tuzunu yitiriyor.
Yine de sen çok yaşa Sabahattin Ali. Yaşamını senden çok ucuza, acımasızca aldılar ama sen ne güzel yaşıyorsun o güzel insanlığınla.

Ne fena, bu yazıyı iki yıl önce yazmıştım, tam da bitirememiştim. Şimdi bakıyorum, gündemde hala nefret var.

Sabahattin Ali öyküsüne aşağıdaki linkden ulaşabilirsiniz.

 http://www.cafrande.org/?p=39089

Son günlerde Yeni Zelanda!

Zamanın terazisi yok!
Bazı sözler derinden hissedilir ya... o an bu andır benim için... Zamanın terazisi yok...
7 ay...
Tam 7 ay olmuş tüm sevdiklerimden ayrılalı...
En çok ailemi ve arkadaşlarımı özledim, bir de yeşil biberi...
Ne yalan söyleyeyim... ne yemeklerde gözüm, ne de insanında, doğasında... Burada daha iyi yemek olduğundan değil, önem sıranı belirliyorsun yalnızca... İngilizce öğreniyorum ya sözde, nasıl strictly diyesim geldi :)))
Neyi cebe koymuşuz 7 ayda?
İlle de bi kazanç olması gerek, bunca özlemin ardında...
Sevmekten kim utanır? di mi?

***

Bunları yazıp gerisini getirememişim bundan 3,5 yıl kadar önce. Neredeyse 4 yıl olacak bu güzel ülkeye taşınalı. Her yerin iyisi ve kötüsü var ama en çok sana öğrettikleri akılda kalıyor olsa gerek. En çok neler acıtmış seni, en çok nelere takılıp kalmışsın...

Bu ülkede aşk acısı çekmişim.
Bu ülkede kendimi biraz sevmeyi öğrenmişim.
Uçaktan atlamışım, skydiving yapmışım yani, uçmanın, belki de düşmenin demeli tadına varmışım.
Yeniden ehliyet almışım, arabam olmuş ilk kez.
Snowboarding yapmışım, başka bir keyif öğrenmişim.
Yeni müzikler keşfetmişim.
İnsanlara daha çok kızıp onları daha çok sevmişim.
Genellemeyi ve ön yargıyı gözünden tanır olmuşum.
Daha önceden kimseyi tanışmadığım bir ülkeden birisiyle tanışmak keyif olmuş.
İçmeyi öğrenmişim.
Daha öğrenecek çok şey olduğunu öğrenmişim.
Daha öğrenecek çok şey var.





26 Mayıs 2015 Salı

Kaldırım Taşı ile Konuşmalar

Hep sinirli olunca yazarsın değil mi?
Yazmayı ancak sinirli olunca hatırlarsın. Sadece kızgın olduğunda vaktin vardır yazmaya. Yazma hırsın başka türlü nüksetmez. Diğer zamanlarda yazmaya oturduğunda bir şey eksiktir, bilemezsin ne olduğunu da, öfkenle hatırlarsın yeniden, eksik olan sinirindir, öfkendir. Öfken, diline değil, yazına vurur. Öfke terapisidir yazmak sana. Yazmak öyle rahatlatır ki, hep özlersin yazmayı. Ne yazık ki her zaman o kadar öfkeli değilsindir, nasıl yazasın. Kalemin çalışmaz eğer biri ya da bir şey seni yeterince uyuz etmediyse. Koşup kalemini alasın var eline şimdi. Niye? Çünkü biri seni iliğini titretecek kadar kızdırdı değil mi? Koş odana, masana koş, al kalemini eline ya da aç bilgisayarını, neye, nereye ve neyle yazdığına bakma. Etrafta ne var, ne yok umrunda olmasın, sen yeter ki yaz, yaz da at öfkeni. Nasıl di.....

Kaldırım taşına sertçe takılıp sendeledi. Kafasında zilyon dağınık düşünce varken, kaldırım taşı bütün ilgiyi kendine odaklamayı başarmıştı. Anlık tepkiyle üstüne başına baktı ki, sol ayakkabısının önden ikiye ayrıldığını gördü. "Oooofff!"gibi bir ünlem haykırıp ardından "Bir bu eksikti!", dedi. Kaldırım taşı onu dikkatsizce yerinden oynatana sinirlenmişti ama güldü. "Gerçekten bir bu mu?" diye sordu. Ayakkabısını incelerken, "Evet, bir bu!", diye gergin yanıtladı kız, konuşanı anlamadan. "Her şey o kadar boktan yani?"," Ne diyorsun be sen?" diye döndü kız. Mızmızlığı ve olumsuzluğu kızgınlığa dönmüştü. Kimdi bu budala? Konuşanı bulmak üzere etrafına bakındı ki, kimseyi göremeyince, "Eyvaaah!" dedi, "Yedik kafayı!". "Yooo, yemedin bence, hala yerinde görünüyor", dedi kaldırım taşı. "Haydaaa!" gibi bir ünlemle ünledi kız bunun üzerine.
Kimsin sen? Neredesin?
Sanane?
Deli misin?
Hayır
Dalga mı geçiyorsun benimle?
Yooo
Salak
Sensin Salak
Yaaa, ne biçim bi oyun bu?
Ben oyun oynamıyorum.
Kameralar nerede?
Ne kamerası?
Aklına telefonunu kontrol etmek geldi bu arada.
Çantasında süren uzun çaplı araştırma sonunda telefonunu bulduğunda, aslında onu kimsenin aramadığını, ortada telefona dayalı bir yanlışlık olmadığını anladı. Bu anlama, bir afallamaya dönüştü o an. Ne olmuştu, niye telefonuna bakmıştı?
Kafasındaki düşünceler hızla ama kendisini olduğundan uzun hissettiren bir hissiyatla geriye sarmaya başladı. Kimse aramadı. Telefon yanlışlıkla açılmamış. Ben biriyle konuşuyordum az önce. Kimdi o? Etrafına bakındı yeniden. Bu bakınış azıcık silkeledi kızı, öyle sap sap duruyordu yolun ortasında. İnsanlar gelip geçiyordu ama inanılmayacak derecede ıssızdı sokak. İnsanların hayalleri geçiyordu sanki. Sanki siluetler, yüzlerce insan hayali gayet yürüyor, öyle normal gibi geçip gidiyordu işte. Kimse kimseye bakmıyor ama bakmaktan kaçınmıyordu da. Yani öyle başarılı bir şekilde görmezden geliyorlardı ki diğerlerini, sanki diğerleri yoktular. Sihirli gibiydi onlar, nasıl başarıyorlardı bunu?
Etrafına bakınırken ayakkabısını da gördü ve bir de oturma bankı yol kenarında. Banka oturmak daha iyiydi, yolun ortasında, insanların, siluetlerin, hayallerin arasında durmaktan. Bir kendi sahici göründü kendine o an. O koca fotoğrafta renklendirilmiş odak noktası gibiydi. Aklına sahne arkadaşı geldi.
"Konuşmuyor benimle artık." Kendini o kalabalık içinde tek gerçek varlık gibi hissetmişti ya, öyle konuşabilirdi de ortalığa. Ne var ki?
Aaa, o nereden çıktı, sen bıraktın konuşmayı, daldın gittin.
Kız gülümsedi. "Neredesin yaa, lütfen söyle?"
Gözünün önündeyim.
Kız birden gözlükleri üzerinden burnuna bakmaya çalıştı, elini burnuna, gözlüklerine götürdü. Ardından da niye böyle bir reflekste bulunduğunu anlamaya çalıştı. Tabi direk gözünün önünde bir şey göremeyince bir silkelendi. Sersemliğini belli etmemeye uğraşarak "Şaka yapma gerçekten görmüyorum." dedi sonunda.
"Onu anladım", dedi kaldırım taşı. "Görsen belki de tekmelemezdin beni."
Aaaa, bir de tekmeledim mi seni üstüne?
Evet, bir de "Bir de bu eksikti!" dedin.
Kız o zaman gördü kaldırım taşını. Yüzünde anlamlı bir ifade vardı, ya da o ifade kızın kaldırım taşı ile konuştuğunu anlamasıyla oluştu. Evet, evet öyle olmuş olmalı. Yüzündeki hüzün anlama dönüşmüş olmalı. Kaldırım taşının konuşuyor olmasını ise bunca ölünün arasında yadırgayacak değildi. Daha ancak dakikalar önce onca gelip geçenin içinde bir tek kendinin canlı olduğunu da o düşünmüştü.
Etrafındakileri hiç görmüyorsun?
Pardon?
Bakmıyorsun önüne diyorum.
Özür dilerim.
Bir daha olmasın.
Teşekkür ederim.
Sen çok acayip şeyler söylüyorsun. Bana çarpıp bir bu eksikti diyorsun, sanki ben sana çarpmışım gibi, sonra, bir daha yapma diyorum teşekkür ediyorsun.
Kız güldü bu sefer, sana teşekkür ediyorum bana göremediğimi gösterdiğin için. Yine teşekkür ediyorum, yine, yine ve özür diliyorum rahatsız ettiğim için.

Ayakkabısına baktı ve ayağa kalktı kız. O gün başına gelmiş en güzel şeydi ayakkabısının yırtılması. İyi günler diledi kaldırım taşına ve yola koyuldu. Yolda insanların yüzüne baktı, ağaçlara, binalara, görebildiği her şeye başka bir anlamları var mı diye baktı. Acelesi yoktu artık. Kendine, arzularına, öfkesine baktı. Öfkelenince yazdığından dem vuruyordu. Ancak öfkelenince geri kalan hiçbir şeyi umursamadığını anladı.

24 Mayıs 2015 Pazar

Yeni Zelanda'da Yemek

Yeni Zelanda, oldukça genç bir ülke ve ana nüfusu ülkenin yerel halkı Maoriler ile 18. yy'dan sonra ülkenin İngiliz sömürgesi altında olması nedeniyle Büyük Britanya'dan gelen İngiliz, İskoç ve İrlanda kökenli halklardan oluşuyor. Çoğunluk Britanya halklarından oluşsa da Avrupa'nın hemen her yerinden ülkeye yıllar içinde yerleşimler olduğunu ve elbette başta Çin olmak üzere bir çok Asya ülkesinden ve Pasifik adalarından yine ülkenin yıllar içinde artan oranda göç aldığını da
belirtelim. Bu kadar değişik kökenin ve milletin bir arada bulunması elbette yemek kültürüne büyük ölçüde yansıyor.

Mitai Maori Köyü / Hangi usülü yemek
Fotoğraf: Bülent Boyacı
Maori yemeğine ve yemeği pişirme yöntemine "hangi" deniyor. Hangi, toprağa kazılan derin bir çukurda taşların kızdırılması ve ardından bu kızgın taşlar üzerine seleler içinde et, patates, kumara gibi yiyeceklerin yerleştirilmesi ve en üst katmanın da üzeri kapatılarak, yemeğin taşların ısısı ve buharla pişirilmesidir. Bu işlemin tamamlanması altı ila sekiz saati buluyor. Yavaşça pişen sebze ve etin çok lezzetli olduğunu da ilave edeyim. Hangi, genellikle düğün, cenaze gibi kalabalıklar bir araya geldiğinde ya da turistik faaliyetler nedeniyle organize ediliyor. Bir lokantaya gidip hangi bulamazsınız, hangi tatmak için Maori kültür etkinliklerine katılmanız gerekir.

Britanya kökenlilerin yemeklerinin haliyle İngiliz yemekleri olduğunu tahmin edersiniz. Bir Yeni Zelandalıya en popüler yemeği sorduğunuzda da "fish and chips" cevabını almanız normaldir. Bir Yeni Zelandalının evinde hazırlanmış güzel bir akşam yemeği muhtemelen şöyle olacaktır; et (kuzu, dana, tavuk, domuz) ızgara, kızartma ya da şinitzel, etin üzerine gravy denilen bir çeşit et sosu, yanına fırında patates, kumara, havuç, bal kabağı, biri ya da birkaçı beraber, bazen püre, yanına yeşil sebze, bezelye, fasulye, beyaz lahana ya da kuşkonmaz ve salata. İngiliz kültüründe olduğu gibi Yeni Zelanda'da da dışarıda yemek ya da yemeği dışarıdan sipariş etmek çok yaygın ve Kiwiler diğer lezzetlere çok açıklar.

Japon yemekleri yoğun olarak soya sosu ve susam sosu içerir, Türk yemeklerinde tuz hakimiyetinin aksine Japon yemekleri tatlımsıdır. Bu tatlımsı lezzetin Kiwi damak tadına çok uygun olduğu söyleniyor. Japon lokantalarının yanında suşi salonlarının da çok yaygın olduğunu belirtelim.

Asya yemekleri içinde en popüler olanı Tayland yemekleri. Tayland yemekleri deniz ürünlerinden, vejeteryan tercihlere kadar oldukça geniş seçenekler sunuyor. Fiyat aralığı da oldukça geniş, genellikle lüks servis veren restorantlar Taylandlıların. Yemeklerinde hissedilen hakim lezzet ise hindistan cevizi. Hindistan cevizi yağı ve sosu Tayland yemeklerinin vazgeçilmezi. Ayrıca kendilerine özgü köri yemekleri de tercih sebebi.

Hindistan lokantaları belki de en yaygın olanlar. Hindistan yemeklerinin kendine has körisini bir sevdiniz mi, arada "canım Hindistan yemeği çekti" demeniz muhtemel. Tüm Asya yemekleri içinde Türklerin sulu yemeklerine en yakın olanlar, lezzet olarak benzemese de Hindistan yemekleri. Yemekler pilav ve naan denilen ve Türkiye'deki lavaşa benzeyen bir çeşit pide ile servis ediliyor.

Ülkenin genel yerleşimi, insanların bahçeli evlerde oturmaları dolayısıyla oldukça büyük bir alana yayılmış durumda. Bu nedenle küçük merkezlerde dairy denilen bakkal benzeri dükkanlar ile take-away diye adlandırılan, ayaküstü lokantaları bulunuyor. Bunlar büyük çoğunlukla Çin, Hindistan ayaküstü yemek salonları ya da kebab salonu.

Başlı başına Türk lokantaları çok yaygın olmasa da Akdeniz mutfağı adı altında çeşitli Türk lezzetleri bulmak mümkün. Bunu kebab salonlarını saymadan söylüyorum. Şaşırtıcı bir şekilde gittiğiniz hemen her yerde Turkish Kebab sunumuyla kebab salonları görmeniz mümkün. Ülkedeki Türklerin önemli çoğunluğu yemek sektörüne hizmet verse de bu kebab salonlarının işletmecileri çok büyük olasılıkla Türk değil ve kebab da biraz Kiwileşmiş (tatlımsı soslar). Ancak son derece popüler.

Take-away shop, yani ayaküstü yemek salonları çok yaygın olduğu gibi, ayrıca food court denilen yemek köşeleri de karın doyurmaya hizmet ediyor. Yemek köşeleri, alışveriş merkezlerinde ya da bazı organize alanlarda dünya yemekleri sunan lokantaların bir arada servis verdiği ve müşterilerine ortak oturma alanı sunduğu alandır, diyebiliriz. Örneğin arkadaşlarınızla food court'a gittiğinizde hepiniz başka bir ülke yemeği alıp aynı masaya oturabilirsiniz. Seçenekler, Çin, İtalya, Endonezya, Malezya, Vietnam, Tayland, Hindistan, Fransa, Türkiye ya da bir başka ülkeden olabilir.