3 Ocak 2016 Pazar

'Sigarayı Bırakmanın Kolay Yolu - Allen Carr' Hakkında

Defalarca sigarayı bırakmış biri olarak, sigarayı bırakmanın öyle zor olmadığını biliyordum ama benim sıkıntım tekrar başlamaktı. Allen Carr'ın çok başarılı Sigarayı Bırakmanın Kolay Yolu kitabını da tekrar başlamamak için belki bir tavsiyesi olur diye okudum ve evet oldu.

Daha önce herhangi bir yardım almadan sigarayı bıraktığımdan işin psikolojisini, adımlarını biliyordum, kitabın basitçe yüzde seksenini yazabilecek kadar iyi biliyordum ama bilmediklerim de vardı. İşte bu bilmediklerim beni hem heyecanlandırdı, çünkü artık geri dönüşsüz bir şekilde sigarayı bırakabilecektim, hem de zorladı, bunca zamandır kör cahil sigara içtiğim için.

İlk suratıma çarpan gerçek sigara içmenin aslında uyuşturucu kullanmak olduğuydu. Bunu bilmiyor muydum evet biliyordum ama beynimiz nasıl çalışıyorsa bunu görmezden gelmeyi de çok iyi başarıyordum. Uyuşturucu kullanmanın berbat yanı, özgürlüğünü elinden alması bana göre ve ben sigaranın bunun yapmasına çok uzun zaman izin verdim.

Diğeri beyin yıkama, yani ''aslında ben sigara içmekten zevk alıyorum ama içmek de sağlığa zararlı, bırakıcam ama bu zevkten de kendimi mahrum edicem'' düşüncesi. Sigara içtiğim her anda  bırakmayı düşünürken nasıl oluyor da onun vazgeçilmez ya da vazgeçmesi zor bir zevk olduğunu düşünebiliyordum. Nasıl da beynim yıkanmıştı. Ne yani, hiç sigara içmeyenler hayattan hiç zevk almıyor muydu? Bu kitapla ilgili okuduğum yorumlardan biri bu kitabın başlı başına bir beyin yıkama olduğu ''ama iyi bir beyin yıkama'' diyor yorumcu. Katılıyorum. Sigarayı bırakmak istiyorsanız bu beyin yıkamaya izin verin. Nasıl ki hayatımız oradan buradan bize politikalarını ve ürünlerini satmak isteyenlerin beyin yıkamalarıyla dolu. Siz de kendiniz için bir şey yapın sigaranın zevk vermediğini, yaşadığınızın aslında nikotin isteyen vücudunuzun sızısının giderilmesi olduğunu ve sigarayı içtiğiniz an vücudunuzun yine bu sızıyı duyacağını ve bu kısır döngüden kurtulmanın ancak bu kısır döngüyü kırarak yani sigara içmeyerek olacağını bilin ve bu bilgiyi yerleştirin, sigaranın zevkli olduğu bilgisi yerine.

Nikotinin bedenimizdeki çalışma sistemini öğrenmek de bu kitabın sağladığı oldukça zihin açıcı bir bilgi oldu benim için. Evet nikotin dünyanın en hızlı bağımlılık yapan yani en hızlı vücuttan atılarak yeniden istek duyduran kimyasalı. Bizi yavaşça arızalandıran bir zehir.

Muhtemelen sigarayı bırakmak istemeyenler bu kitabı okumayacaktır. Buna neden olan şey ise korkuları olacaktır. Bu korku da bence bağımlılığın bir parçası. Bırakmayı düşünmeyenler, içmeye devam edenler lütfen bu kitabı sigarayı bırakmak için değil bilgi edinmek için okuyun. Emin olun size de çok faydası olacak.

Sigarayı bırakmak isteyenler, bu kitabı size ısrarla tavsiye ediyorum. İçindeki yolu uygulayın, kendinizi hazır hissetmiyorsanız, baştan alın, üzerine düşünün. Unutmayın herkes sigarayı bırakabilir ve bu gerçekten çok zor degil, bırakmak için bir organınızı kaybetmeyi beklemeyin.

Kitabın pdf formatı internette mevcut arayıp okuyabilirsiniz ama ben yine de kitap formatını tavsiye ederim, daha rahat okunuyor.


 Kitap, kitabı bitirene kadar sigarayı bırakmamanızı tavsiye ediyor ve bir noktada hadi son sigaranızı için diyor. Kitabı okurken bol bol sigara içtim. Kitabı okurken sigara içmek hem çelişkili geldi, hem de bazen işkence gibi oldu. Bir an önce kitabı bitirip bu işkenceden kurtulmak istedim. Herkeste yansıması farklı olacaktır. Bu benim deneyimim. Yanda da kitabı okurken içtiğim sigara paketi ile çektiğim fotoğraf. Aman diyeyim, kurtulalım şu illetten.








delimorsi@gmail.com

9 Aralık 2015 Çarşamba

Bir Briton, Bir Maori ve Bir Kürt bir gün...

Adına James diyeceğim, olur mu? James gibi biriydi çünkü, olsa olsa James olurdu adı.

Adlara, etiketlere takılmamış olmalıyız ki, birbirimizin adını öğrenmeden, bir daha görüşmek için sözleşmeden, ki bence gayet dürüstçe oldu bu, güzelce sohbetimizi edip ayrıldık. 

Ama söyleyeyim James tipi vardı onda yani.

*

Çokca insanla tanışmak iyidir, hoştur da, bir sakatlığa maruzdur. Bu sakatlık da en çok da sürekli seyahat edenlerde gözlemlenir. Ee onlar çokça kimseyle durmaksızın tanışırlar ya ondan işte. Bir yerde insanın otomatikleşmesi midir? Kısa zamanda çok insanla tanışma pratiğinden kaynaklanan saçma bir kendine yuzeysel bir konuşma, tanımlama belirme midir? Ya da başka bir şeydir belki. Ama bir sakatlığı vardır, mütemadiyen birileriyle tanışan biriyle tanışmanın. Sorular tekdüzedir, cevapları gibi. Çoğu zaman konuşmalar, karşındakine değil, bir pratiğe yöneliktir. Mesela, şuraya nasıl gidilir, nerede kalınır, sen ne kadardır buradasın gibi.

Şimdi seyahat edenlere yüklenmişim gibi oldu. Yok, o sadece bir örnekti ve eğer böyle birine bakıyorsanız seyahat edenlerde bulmanız olasıdır derim ama bu tipleri aslında her ortamda bulabiliriz. Biriyle konuşan ama yüzeyden dibe inemeyen ya da inmeyenlerle, o dışarıya hazırladığı cv ile dolananlarla.

Amma uzattım.

Konum başkaydı ve hala da başka aslında.

Bu James denen, dediğim arkadaşla bir gezide tanıştık. Buralarda yeniymiş. Ablası yaşıyormuş burada. Hem ziyaret, hem seyahat amacıyla gelmiş. Nereden? Brittany'den. Söylenince sanki Britain gibi. Önce anlamadım, tekrar etti. Sonra hatırladım, daha önce duymuştum bu yerin adını. Kulağa İngiliz şehri gibi gelse de Brittany, Fransa'nın bir şehri. Aşağıdaki haritada Bretagne adıyla görülen bölge.

Britanny, Fransa 
James üniversitede Breton dili okumuş. Ben de Britanny'de insanların iki dilli olup olmadığını sordum. Aklımca bölgede yerel dil konuşuluyor ve herkes ayrıca Fransızca biliyordu. Hayır, dedi James, ne yazık ki, dört milyonluk Britanny nüfusu içinde Breton dilini konuşanların sayısı ikiyüz binlere düşmüş. Okuduğu bölümün amaçlarından biri de dilin unutulmasını engellemek. Öncelerden konuşulması yasaklanmış, bir nevi unutturulmuş olan dil, şimdi canlandırılmaya çalışılıyor, belli ki.

Bunun üzerine Maorice konumuz oldu tabi. İngilizlerin sömürgesi olan Yeni Zelanda'nın yerlisi olan Maorilerin dillerini konuşmaları özellikle okullarda yasaklanmış. Çocuklar dillerini konuştukları için dayak yemiş. Ailelerin önemli bir bölümü de çocuklarına Maorice öğretmekten vazgeçmiş. Artık dil yok olmaya başladıktan sonra yapılan hatalar, Maorilerin de talepleriyle anlaşılmış ve son on, on beş yıldır Maorice okullarda öğretilmeye başlanmış. Ayrıca pek çok kurum devlet desteğiyle ücretsiz Maorice kursları veriyor ki, ben de geçen yıl böyle bir kursa katılmıştım.

Dil, insanın kimliğini açıkladığı, kültürünü biriktirdiği ve aktardığı en önemli öğelerden biri. Dilini unutan bir toplum, tüm birikimini de neredeyse unutmaya mahkum edilmiyor mu? Anadilinden başka bir dil öğrenenlerin özellikle bileceği gibi, her dilin kendine özgü vurguları bağlantıları ve elbette kültürüyle derin ilişkileri vardır. Dil öğrenmenin en büyük zorluklarından biri de sadece dili değil, bir yerde kültürü de öğeniyor olmaktır. Dilden dile çeviri ile dil çok sınırlı olarak ögrenilebilir ve çeviri gerçek anlamda diğer kültürü tanımayı gerektirir.

Bunlar hep olup dururken, bu arada teşekkürler James, aklım Kürtlere ve taleplerine gidiyor. Kürtlerin Türkiyeden en büyük taleplerinden biri de dillerini öğrenebilmek ve konuşabilmek. Maori arkadaşımın bana anlattığı, okul hikayesini Kürt arkadaşımdan da dinlemiş olmak. Dilini konuşmayı istemekten daha doğal bir istek olamaz sanırım. Hayır, dil nasıl yasaklanabilir, zihnim bunu hiç almıyor. Her kimseniz, bunun sizin dilinize yapıldığını düşünün. Ben çocuktum ve Kürtçe müzik dinlemek yasaktı. Bir dil nasıl yasaklanır, nasıl olur bu?

Bizde çok akıllı olduğu sanılan argümanlar çıkar bir yerlerden ve herkes onları bir zafer kazanmışcasına kullanır. Mesela 'E onlara o hakkı versek, bunun Lazı var, Çerkezi var.' He yani gerçekten muhteşem bir yasakçı zihniyetle çözdün şimdi hepsini. Evet kardeşim, kimsenin dilini kesemezsin, konuşmasına engel olamazsın.

İnsanlık Fransa'dan, Yeni Zelanda'sına ve Türkiye'sine kadar bu karanlık ve arsız yollardan geçmiş ve geçiyor belli ki. Ulus devlet olmaya çalışmanın sancıları gibi görünüyor. Sorsanız hepsinin tektipleştiriyor diye eleştirecekleri komünist ülkelerden nasıl da farksız uygulamalar.

Hadi geçmişi geçelim de bugün şunu görme günü. Kimse, kimsenin dilini konuşmasını ve öğrenmesini engelleme hakkına sahip değildir, olamaz. Bu insani bir haktır.

Ne güzel şakalı makalı gidiyordu yazı, biraz ciddileşti sonra. Yok ama gerçekten insan haklarının şakası yok.



Note : Yazıma ilham kaynağı olan James'e sevgiler.


delimorsi@gmail.com

18 Ekim 2015 Pazar

Osmanlı mıyız? Ne kadar?

Osmanlı İmparatorluğu bizim geçmişimiz değil mi?
Kafaları karıştıracak bir soru olabilir bu. Nereden baktığınla da çok çeşitli yanıtlar verilir.
Peki biz kimiz?
Türkiye topraklarında yaşayanlar, kendilerini nasıl ve asıl ne olarak tanımlıyor?
Osmanlı Türk müdür?
Türk kimdir?

Anlamların zaman içindeki değişimi bu soruları sorarken sinsice yanıbaşımızda bekliyorken nasıl doğru yanıtlar bulacağız sorularımıza?

Etnik kimliğin ikinci planda olduğu, dolayısıyla içinde barındırdığı insan kitlesinde her türlü etnik grup ve dini yapıyı barındıran bir yönetimden ve yönetimsel olarak kendi oluşturduğu bir Osmanlı kimliğinden bahsediyoruz. Osmanlı, daha çok dışarıdan Türk olarak tanımlanmış, İstanbul'un alınışı sonrası ise Rumi de demiş kendine Osmanlı, Roma İmparatorluğunun devamı olduğunu vurgulamak üzere. Neden Türk dememiş? Burada Türk adının, kelimesinin anlamının biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum o günde. Bir aynı kandan olma dışında, kültür durumu Türk olmak.

Osmanlı'yı iyi anlamamız ve onunla hesaplaşmamız gerekiyor. Osmanlıyı ne Türk diye sevmek, ne de başka bir nedenle reddetmek bizim kendi önümüzü tıkayan, tıkayacak bir anlayış olur.

Tarih öğrenirken öne çıkan kronoloji  bilgisi ile olayların, savaşların takibi bize kuru bir bilgiden ötesini vermiyor. Tarihi faydalı kılan ise o günün koşullarını hissedebilmek ve o günde yapılanların neden ve sonuçlarını gözlemleyebilmek. O gün hangi ihtiyacın neyi doğurduğunu okumak. Bir de konu Osmanlı olunca iş bunun kendini tanımayla ilgisine geliyor. Bugünü anlamak için geçmişi de biraz kurcalamak gereği doğuyor.

İlber Ortaylı'nın "Osmanlı'yı Yeniden Keşfetmek" kitabı bu konuda bir başlangıç olabilir. İlber Ortaylı konuşmalarının bir düzenlemesinden oluşan kitap oldukça ilgi çekici.

Kitaptan benim kendime notlarım;

*Konstantiniyye; "korunmuş makam"  ... Büyük Konstantin'in adını taşımaktan dolay Osmanlı İstanbul'u hiçbir zaman yüksünmüş değildir. S/9

* ...''şehre şehirde" anlamında kullanılan Stinpoli, İstanbul'un eski adı olarak ortaya çıktı. Müslüman Emevi kuşatmasında İstinbol deyimi yerleşti. Zamanla bu şehre eski ismine benzeyen bir kelimeyi de Türkler kullandı. S/12
Ayrıca İslambol kelimesinin de 18. yyda bir dönem kullanıldığı ifade ediliyor, ancak bu isim uzun ömürlü olmamış.

* Mimar Sinan'ın eserlerinin tam sayısının ve aslında hangilerini birebir yaptığının bilinemediği ve aslında bir Mimar Sinan ekolünün eserlere adını verdiği

* Osmanlı'da devşirme sisteminde, devşirmelerin çoğunlukta Hristiyan ailelerin akıllı ve güzel çocuklarından seçildiği, bazen Müslüman Türklerden de seçim yapıldığı ve bunun birkaç yılda bir birkaç bin olduğu, Devşirmelerin Osmanlılaştırıldığı ve eski kimliklerini sadece bir anı olarak taşıdıkları.

* Osmanlı'nın zenginliğine rağmen yapılarındaki mütevaziliği

* Divan-ı Hümayun, Farsça, imparatorluk kurulu manasında

* Osmanlı İmparatorluğu, tarihin son Roma İmparatorluğu'dur. S/181


İlber Ortaylı, Osmanlı'yı Yeniden Keşfetmek, Timaş Yayınları,189 Sayfa, 25. 2007 baskısı


Karatay Diyeti

Bir gün bir diyet kitabı ile ilgili bir yazı yazmak isteyeceğim aklıma gelmezdi.

Prof Dr Canan Karatay'ın kitabını, Bilimsel Gerçeklerle Kilo Vermenin ABC'si adlı kitabını okudum yolculuğum sırasında.

Canan Hoca, vücudumuz nasıl çalışır'ı doktora değil de bize anlatırken, hem bildiklerimizin arka yüzünü bize gösteriyor, hem de bilmediklerimizi ama özellikle yanlış bildiklerimizi de açıklığa kavuşturuyor. Söylediklerinin takip edilmesinin bizlere daha sağlıklı bir hayat sunacağı ve bizi bilinçlendireceği açık. Teşekkürler Canan Hoca.

Bundan sonrası, mutfağımızı gözden geçirmek, yediklerimizi, ne yediğimizi bilerek yemek ve ne yiyeceğimizi düşündüğümüz kadar, hareket etmeye, yürüyüşe de zaman ayırmaktan geçiyor.

Hadi başlasın sağlıklı yaşam.

 Prof Dr Canan Efendigil Karatay, Bilimsel Gerçeklerle Kilo Vermenin ABC'si: Karatay Diyeti, Hayykitap, 160 sayfa, 61. Baskı İstanbul, Ağustos 2015

5 Temmuz 2015 Pazar

Dayanılmaz Ahmaklık

Tom Scott - Yeni Zelandalı karikatürist
"Beni duyabiliyor musun Huoston? Evet, Dünyayı görebiliyorum.
İnan bana dünyanın durumu bizim düşündüğümüzden daha kötü."
Gitmek vardı ya aklında, az biraz da öğrenmişti gitmelerin çözüm olmadığını.

Sırt çantasını öyle iyi düzenlemişti ki, öyle sade bir çanta hazırlayabildiği için kendiyle gurur duydu. Bunlar hep oradan oraya taşınmaların, sık sık seyahatlerin sonucu olmalıydı. Zamanla taşıdığı pek çok şeyin aslında, kendine yükten başka bir şey olmadığını anlamıştı. Fazlalıklardan kurtulmak çantayla beraber onu da hafifletmişti. Ne çok fazlalık vardı yaşamında, yaşamlarda. Durduğu an insan biriktirmeye başlıyordu, bağlar geliştiriyor, fazlalaşıyordu. Bu bedenin ihtiyaç fazlası yiyecekle yağlanması gibiydi. Eşyalarımızı, bağlar geliştirdiklerimizi bırakamıyor evlerimizi, yaşamlarımızı obezleştiriyorduk. Oysa en çok özendiğimiz kuşlardı. Özgürlüğün anlamını bulmuştuk onlarda. Ne kadar da güzel süzülüyorlardı havada.

Bizi insan yapan biraz da bilgilerimizi biriktirebilme yeteneğimiz ise neden unutuyorduk ya da yeniden öğrenmemiz gerekiyordu, neden kuşları özgür bulduğumuzu?

Gitmeye hazırdı o ilk uzun yolculuğuna, en aza indirilmiş gereksinim çantası ile. Belki de son kez içinde bulunuyor olduğu odasına baktı, duvarlarında asılı olanlar hatıra doluydu, bir bir baktı; resimler, fotoğraflar, bir yelpaze, bir kaç poster, bir kaç not, bir küçük enstrüman... Öğrenebildiğimiz için kendimizi diğer canlılardan ayırırken, öğrendiklerimizle çoğu zaman kalıpların içine giriyor ve düşünebilenamadüşünmeyeninsanlara dönüşüyorduk. Gitmek bu düşünebilenamadüşünmeyeninsanların arasında yaşayamayanlar için yegane çözüm gibi dursa da gidilecek yer ötekidüşünebilenamadüşünmeyeninsanlar dünyasından farklı bir yer değildi. Duvarlarına, uyumayı çok sevdiği yatağına, anılarına son kez bakarken sevdiklerini bırakabilmenin onlara o kadar da ihanet olmadığını, onları hep seveceğini düşündü, bu öteki dünyadan habersizdi o zaman ama ayrılırken içindeki o tuhaf hissin aslında öteki dünyaların öteki düşüncesizleri olacağının bir sezgisi olduğunu anladı yıllar sonra.

Çok üzgündü çevresinde çokça düşünebilenamadüşünmeyeninsan görmekten. Bu damadmeler* mesela kendi milletleri, ırkları ya da dinleri dışındakileri, aşağı, ahlaksız ve de düşman görüyorlardı. Soyları ile ilgili bilgisi yüzyıldan öteye gitmiyordu bile. Üstüne geçmişini anarken en çok tekrar ettiği kelimeydi hoşgörü, hem ırka, hem dine. Kendilerine her koşulda saygı beklerken, kendileri inandıkları dışındaki her şeye saygısızlığın dibine vuruyorlardı. O kadar ikiyüzlüydüler ki, matematikte başarılı olmaları mümkün değildi. Nasıl anlayacaklardı ki rasyonel olmayı, mantığı! Bir de bir kışkırma huyu vardı ki bu damadmelerin evlerden uzak. Bir fotoğrafla, duydukları bir iki sözle kışkırabilme becerisine sahiptiler. Hiç bir şeyi öğrenme niyetleri yoktu, her şeyi zaten bildiklerinden. Çevresinde gördüğü ve gördükçe biriktirdiği, biriktirdikçe onu ağırlaştıranlardan azıcık uzaklaşabileceğini düşünüyordu odasından dışarı adımını atarken.

Yolculuğu sırasında taşlara takıldı bazen, benim de içimde bir damadme mi var yoksa diye ürperdiği anlar oldu. Öteki damadmelerle tanıştı. Damadme olmamaktı kaygısı gün sonunda. Kendine insanlar biriktirmeye uğraştı. Ne çok öğrenilecek vardı, ne çok başka anlayış... ve bunca şeyi öğrenmek, onlar hakkında baştan verilmiş bir hükümle mümkün değildi. Seyahat etmek ne büyük bir yardımcıydı, kendini tanımaya, başkalarını tanımaya, başkalarını tanırken kendini daha çok tanımaya. Herkesin seyahat edebilmesini diledi. Böylece eşya olmayacaktı birikenler.

Bir kez daha yola çıkıyordu şimdi. Aklında en son yaşadıkları ve öğrendiklerinden kalan notlarla, baba diyarından ardı arkası kesilmeden gelen damadme haberleri. Kafalarda birikenlerin de ne büyük yük olduğunu gördü. Elbette her insanın kendini tanımlamaya, dünyadaki koordinatını belirmeye ihtiyacı var. Ancak kendi dışındakileri tanımlama becerin de, sen değil miydin?

Iloyy - Kübalı karikatürist
O adamın da senin gibi olduğunu hep unutursun be insan. O yüzden hep talime ihtiyacın var.

Kafada kalıplaşanlar da evde birikenlerle benzerdi aslında. Biriken kalıplar da kafayı yağlandırıyordu. Kafanın da beden gibi egzersize ihtiyacı vardı. En çok da kalıplarını atıp özgürleşmeye, işte o zaman uçmaya en yakındı, işte o zaman bir kuş olmaya.


*Damadme - düşünebilen - d, ama - ama, düşünmeyen - dme : damadme

Not:
Her dile, dine, insana anlayışlı, saygılı olacağız ya, bazen ahmağa da ahmak diyemiyoruz. Saygısız olmayalım diye, ahmağa da, ahmaklığa da göz yumar oluyoruz.

14 Haziran 2015 Pazar

Gündem ve Sabahattin Ali

Fazıl Say ateist olduğunu ilan ediyor twitterda sadece bunu değil, okuduğu, etkilendiği, düşündüğü ne varsa yazıyor ama bunlar birilerine ağır geliyor. Sorgulamak mı, dini mi, o da ne? Dinde sorgulamak yok ama kabul etmemek de yok. Yani hiçbir şekilde dışına da çıkamazsın. O sorguladığı için bir kişi şöyle sesleniyor, "bu dinsizleri Hitler gibi sabun yapmak istiyorum." bu istek önemsizce kaydediliyor bir yerlere... İnsanlık suçunun savunucusu herhangi bir ceza almadan sıyrılıyor ve muhtemelen devam ediyor içindeki nefreti büyütmeye. Başkaları onunla aynı şeylere inanmıyor diye.

***

Cüneyt Özdemir'in bir köşe yazısını okuyorum, başbakanın kızını anlatıyor, diyor ki, o da siyasete atılabilirmiş, dış seyahatlere babasının danışmanı olarak katılıyormuş ama o çok başkaymış çünkü piyano çalıp şan dersleri alıyormuş, ileride başörtülü başbakan görürsek şaşırmayalımmış. Asıl şaşıran kendisi gibi geldi bana, bizi de ikna etmeye çalışıyor, bir de, "ben ne zaman başörtüsü desem bu birilerine dert oluyor" deyip ekliyor, "başörtüsü meselesini bu insanların ucuz tepkilerine aldırmadan tam da bu şekilde yaşayarak ve konuşarak normalleştireceğiz" Bu cümleyi, siyasi bir partinin görüş kardeşi, savunucusu olarak da alabilirsiniz, bir sorunu kabul eden, sorunun çözülmesi için bunu oturup konuşmalıyız, diyen insani bir yaklaşımın sonucu olarak da. Ben ikincisini tercih etmiştim, ta ki 2 gün sonraki Fazıl Say hakkında yazdıklarına kadar... Gazetecilerin, medyanın taraflı tutumu mu yoksa beni uzaklaştıran... doğru bilgiye ulaşamadıktan sonra, okumak da anlamını yitiriyor sanki

***

Sabahattin Ali'nin o güzel öyküsü tam da zamanında düşüyor önüme. Sabahattin Ali, Türk yazının okuduğum en samimi, en duru, en insan yazarlarından. Onu her okuduğumda içime işler, derinlere yolculuk yaptırır ve hep aynı şeyi düşünürüm: "Sırf komünist diye Türk yazınına böylesine değerli katkısı olmuş bir yazarı görmezden gelir, ders kitapları. Edebiyat derslerinde yokmuş gibi davranılır, bana göre "dev" Sabahattin Ali'ye. Ne güzel de söylüyor acıklı öyküsünde, ne çok insanı tanımlıyor, bana nasıl da kendimi hatırlatıyor: "Hayatım tasavvur edilemeyecek kadar manasız ve boş geçiyordu. ... Ruhum kütleşmişti, gazeteleri merak etmez, konuşmaktan hoşlanmaz, basık tavanlı bir meyhanede bir arkadaşla birkaç kadeh içip gevezelik etmekten zevk almaz olmuştum. ...Hayat sanki sadece gözlerimin eriştiği yerlerden, içinde yaşadığım zamandan ibaretti. Sanki dünyada beni işime götüren tozlu ve çamurlu yoldan, kerpiç duvarlardan ve ne söylediklerini yarım saat sonra bile hatırlamaya imkan olmayan birkaç iyi kalpli arkadaştan başka bir şey mevcut değildi."

Okumak hiç olmadığı kadar akıcı sanki, bu Sabahattin Ali'nin gücü.
Evet, ruhlarımız hepten kütleşti bu sevgisiz, mutsuz güruh içinde. Gazeteleri okudukça nefreti katmerleyenleri görmek, dalkavukları görmek insanın canını nasıl da acıtıyor. Üstüne gündemden kaçıp sığındığın kendi dünyanda da kötülükleri görmene rağmen hiçbir şey yapamamanın acizliği ile her şey tadını tuzunu yitiriyor.
Yine de sen çok yaşa Sabahattin Ali. Yaşamını senden çok ucuza, acımasızca aldılar ama sen ne güzel yaşıyorsun o güzel insanlığınla.

Ne fena, bu yazıyı iki yıl önce yazmıştım, tam da bitirememiştim. Şimdi bakıyorum, gündemde hala nefret var.

Sabahattin Ali öyküsüne aşağıdaki linkden ulaşabilirsiniz.

 http://www.cafrande.org/?p=39089

Son günlerde Yeni Zelanda!

Zamanın terazisi yok!
Bazı sözler derinden hissedilir ya... o an bu andır benim için... Zamanın terazisi yok...
7 ay...
Tam 7 ay olmuş tüm sevdiklerimden ayrılalı...
En çok ailemi ve arkadaşlarımı özledim, bir de yeşil biberi...
Ne yalan söyleyeyim... ne yemeklerde gözüm, ne de insanında, doğasında... Burada daha iyi yemek olduğundan değil, önem sıranı belirliyorsun yalnızca... İngilizce öğreniyorum ya sözde, nasıl strictly diyesim geldi :)))
Neyi cebe koymuşuz 7 ayda?
İlle de bi kazanç olması gerek, bunca özlemin ardında...
Sevmekten kim utanır? di mi?

***

Bunları yazıp gerisini getirememişim bundan 3,5 yıl kadar önce. Neredeyse 4 yıl olacak bu güzel ülkeye taşınalı. Her yerin iyisi ve kötüsü var ama en çok sana öğrettikleri akılda kalıyor olsa gerek. En çok neler acıtmış seni, en çok nelere takılıp kalmışsın...

Bu ülkede aşk acısı çekmişim.
Bu ülkede kendimi biraz sevmeyi öğrenmişim.
Uçaktan atlamışım, skydiving yapmışım yani, uçmanın, belki de düşmenin demeli tadına varmışım.
Yeniden ehliyet almışım, arabam olmuş ilk kez.
Snowboarding yapmışım, başka bir keyif öğrenmişim.
Yeni müzikler keşfetmişim.
İnsanlara daha çok kızıp onları daha çok sevmişim.
Genellemeyi ve ön yargıyı gözünden tanır olmuşum.
Daha önceden kimseyi tanışmadığım bir ülkeden birisiyle tanışmak keyif olmuş.
İçmeyi öğrenmişim.
Daha öğrenecek çok şey olduğunu öğrenmişim.
Daha öğrenecek çok şey var.