Hep sinirli olunca yazarsın değil mi?
Yazmayı ancak sinirli olunca hatırlarsın. Sadece kızgın olduğunda vaktin vardır yazmaya. Yazma hırsın başka türlü nüksetmez. Diğer zamanlarda yazmaya oturduğunda bir şey eksiktir, bilemezsin ne olduğunu da, öfkenle hatırlarsın yeniden, eksik olan sinirindir, öfkendir. Öfken, diline değil, yazına vurur. Öfke terapisidir yazmak sana. Yazmak öyle rahatlatır ki, hep özlersin yazmayı. Ne yazık ki her zaman o kadar öfkeli değilsindir, nasıl yazasın. Kalemin çalışmaz eğer biri ya da bir şey seni yeterince uyuz etmediyse. Koşup kalemini alasın var eline şimdi. Niye? Çünkü biri seni iliğini titretecek kadar kızdırdı değil mi? Koş odana, masana koş, al kalemini eline ya da aç bilgisayarını, neye, nereye ve neyle yazdığına bakma. Etrafta ne var, ne yok umrunda olmasın, sen yeter ki yaz, yaz da at öfkeni. Nasıl di.....
Kaldırım taşına sertçe takılıp sendeledi. Kafasında zilyon dağınık düşünce varken, kaldırım taşı bütün ilgiyi kendine odaklamayı başarmıştı. Anlık tepkiyle üstüne başına baktı ki, sol ayakkabısının önden ikiye ayrıldığını gördü. "Oooofff!"gibi bir ünlem haykırıp ardından "Bir bu eksikti!", dedi. Kaldırım taşı onu dikkatsizce yerinden oynatana sinirlenmişti ama güldü. "Gerçekten bir bu mu?" diye sordu. Ayakkabısını incelerken, "Evet, bir bu!", diye gergin yanıtladı kız, konuşanı anlamadan. "Her şey o kadar boktan yani?"," Ne diyorsun be sen?" diye döndü kız. Mızmızlığı ve olumsuzluğu kızgınlığa dönmüştü. Kimdi bu budala? Konuşanı bulmak üzere etrafına bakındı ki, kimseyi göremeyince, "Eyvaaah!" dedi, "Yedik kafayı!". "Yooo, yemedin bence, hala yerinde görünüyor", dedi kaldırım taşı. "Haydaaa!" gibi bir ünlemle ünledi kız bunun üzerine.
Kimsin sen? Neredesin?
Sanane?
Deli misin?
Hayır
Dalga mı geçiyorsun benimle?
Yooo
Salak
Sensin Salak
Yaaa, ne biçim bi oyun bu?
Ben oyun oynamıyorum.
Kameralar nerede?
Ne kamerası?
Aklına telefonunu kontrol etmek geldi bu arada.
Çantasında süren uzun çaplı araştırma sonunda telefonunu bulduğunda, aslında onu kimsenin aramadığını, ortada telefona dayalı bir yanlışlık olmadığını anladı. Bu anlama, bir afallamaya dönüştü o an. Ne olmuştu, niye telefonuna bakmıştı?
Kafasındaki düşünceler hızla ama kendisini olduğundan uzun hissettiren bir hissiyatla geriye sarmaya başladı. Kimse aramadı. Telefon yanlışlıkla açılmamış. Ben biriyle konuşuyordum az önce. Kimdi o? Etrafına bakındı yeniden. Bu bakınış azıcık silkeledi kızı, öyle sap sap duruyordu yolun ortasında. İnsanlar gelip geçiyordu ama inanılmayacak derecede ıssızdı sokak. İnsanların hayalleri geçiyordu sanki. Sanki siluetler, yüzlerce insan hayali gayet yürüyor, öyle normal gibi geçip gidiyordu işte. Kimse kimseye bakmıyor ama bakmaktan kaçınmıyordu da. Yani öyle başarılı bir şekilde görmezden geliyorlardı ki diğerlerini, sanki diğerleri yoktular. Sihirli gibiydi onlar, nasıl başarıyorlardı bunu?
Etrafına bakınırken ayakkabısını da gördü ve bir de oturma bankı yol kenarında. Banka oturmak daha iyiydi, yolun ortasında, insanların, siluetlerin, hayallerin arasında durmaktan. Bir kendi sahici göründü kendine o an. O koca fotoğrafta renklendirilmiş odak noktası gibiydi. Aklına sahne arkadaşı geldi.
"Konuşmuyor benimle artık." Kendini o kalabalık içinde tek gerçek varlık gibi hissetmişti ya, öyle konuşabilirdi de ortalığa. Ne var ki?
Aaa, o nereden çıktı, sen bıraktın konuşmayı, daldın gittin.
Kız gülümsedi. "Neredesin yaa, lütfen söyle?"
Gözünün önündeyim.
Kız birden gözlükleri üzerinden burnuna bakmaya çalıştı, elini burnuna, gözlüklerine götürdü. Ardından da niye böyle bir reflekste bulunduğunu anlamaya çalıştı. Tabi direk gözünün önünde bir şey göremeyince bir silkelendi. Sersemliğini belli etmemeye uğraşarak "Şaka yapma gerçekten görmüyorum." dedi sonunda.
"Onu anladım", dedi kaldırım taşı. "Görsen belki de tekmelemezdin beni."
Aaaa, bir de tekmeledim mi seni üstüne?
Evet, bir de "Bir de bu eksikti!" dedin.
Kız o zaman gördü kaldırım taşını. Yüzünde anlamlı bir ifade vardı, ya da o ifade kızın kaldırım taşı ile konuştuğunu anlamasıyla oluştu. Evet, evet öyle olmuş olmalı. Yüzündeki hüzün anlama dönüşmüş olmalı. Kaldırım taşının konuşuyor olmasını ise bunca ölünün arasında yadırgayacak değildi. Daha ancak dakikalar önce onca gelip geçenin içinde bir tek kendinin canlı olduğunu da o düşünmüştü.
Etrafındakileri hiç görmüyorsun?
Pardon?
Bakmıyorsun önüne diyorum.
Özür dilerim.
Bir daha olmasın.
Teşekkür ederim.
Sen çok acayip şeyler söylüyorsun. Bana çarpıp bir bu eksikti diyorsun, sanki ben sana çarpmışım gibi, sonra, bir daha yapma diyorum teşekkür ediyorsun.
Kız güldü bu sefer, sana teşekkür ediyorum bana göremediğimi gösterdiğin için. Yine teşekkür ediyorum, yine, yine ve özür diliyorum rahatsız ettiğim için.
Ayakkabısına baktı ve ayağa kalktı kız. O gün başına gelmiş en güzel şeydi ayakkabısının yırtılması. İyi günler diledi kaldırım taşına ve yola koyuldu. Yolda insanların yüzüne baktı, ağaçlara, binalara, görebildiği her şeye başka bir anlamları var mı diye baktı. Acelesi yoktu artık. Kendine, arzularına, öfkesine baktı. Öfkelenince yazdığından dem vuruyordu. Ancak öfkelenince geri kalan hiçbir şeyi umursamadığını anladı.
26 Mayıs 2015 Salı
Kaldırım Taşı ile Konuşmalar
24 Mayıs 2015 Pazar
Yeni Zelanda'da Yemek
Yeni Zelanda, oldukça genç bir ülke ve ana nüfusu ülkenin yerel halkı Maoriler ile 18. yy'dan sonra ülkenin İngiliz sömürgesi altında olması nedeniyle Büyük Britanya'dan gelen İngiliz, İskoç ve İrlanda kökenli halklardan oluşuyor. Çoğunluk Britanya halklarından oluşsa da Avrupa'nın hemen her yerinden ülkeye yıllar içinde yerleşimler olduğunu ve elbette başta Çin olmak üzere bir çok Asya ülkesinden ve Pasifik adalarından yine ülkenin yıllar içinde artan oranda göç aldığını da
belirtelim. Bu kadar değişik kökenin ve milletin bir arada bulunması elbette yemek kültürüne büyük ölçüde yansıyor.
Maori yemeğine ve yemeği pişirme yöntemine "hangi" deniyor. Hangi, toprağa kazılan derin bir çukurda taşların kızdırılması ve ardından bu kızgın taşlar üzerine seleler içinde et, patates, kumara gibi yiyeceklerin yerleştirilmesi ve en üst katmanın da üzeri kapatılarak, yemeğin taşların ısısı ve buharla pişirilmesidir. Bu işlemin tamamlanması altı ila sekiz saati buluyor. Yavaşça pişen sebze ve etin çok lezzetli olduğunu da ilave edeyim. Hangi, genellikle düğün, cenaze gibi kalabalıklar bir araya geldiğinde ya da turistik faaliyetler nedeniyle organize ediliyor. Bir lokantaya gidip hangi bulamazsınız, hangi tatmak için Maori kültür etkinliklerine katılmanız gerekir.
Britanya kökenlilerin yemeklerinin haliyle İngiliz yemekleri olduğunu tahmin edersiniz. Bir Yeni Zelandalıya en popüler yemeği sorduğunuzda da "fish and chips" cevabını almanız normaldir. Bir Yeni Zelandalının evinde hazırlanmış güzel bir akşam yemeği muhtemelen şöyle olacaktır; et (kuzu, dana, tavuk, domuz) ızgara, kızartma ya da şinitzel, etin üzerine gravy denilen bir çeşit et sosu, yanına fırında patates, kumara, havuç, bal kabağı, biri ya da birkaçı beraber, bazen püre, yanına yeşil sebze, bezelye, fasulye, beyaz lahana ya da kuşkonmaz ve salata. İngiliz kültüründe olduğu gibi Yeni Zelanda'da da dışarıda yemek ya da yemeği dışarıdan sipariş etmek çok yaygın ve Kiwiler diğer lezzetlere çok açıklar.
Japon yemekleri yoğun olarak soya sosu ve susam sosu içerir, Türk yemeklerinde tuz hakimiyetinin aksine Japon yemekleri tatlımsıdır. Bu tatlımsı lezzetin Kiwi damak tadına çok uygun olduğu söyleniyor. Japon lokantalarının yanında suşi salonlarının da çok yaygın olduğunu belirtelim.
Asya yemekleri içinde en popüler olanı Tayland yemekleri. Tayland yemekleri deniz ürünlerinden, vejeteryan tercihlere kadar oldukça geniş seçenekler sunuyor. Fiyat aralığı da oldukça geniş, genellikle lüks servis veren restorantlar Taylandlıların. Yemeklerinde hissedilen hakim lezzet ise hindistan cevizi. Hindistan cevizi yağı ve sosu Tayland yemeklerinin vazgeçilmezi. Ayrıca kendilerine özgü köri yemekleri de tercih sebebi.
Hindistan lokantaları belki de en yaygın olanlar. Hindistan yemeklerinin kendine has körisini bir sevdiniz mi, arada "canım Hindistan yemeği çekti" demeniz muhtemel. Tüm Asya yemekleri içinde Türklerin sulu yemeklerine en yakın olanlar, lezzet olarak benzemese de Hindistan yemekleri. Yemekler pilav ve naan denilen ve Türkiye'deki lavaşa benzeyen bir çeşit pide ile servis ediliyor.
Ülkenin genel yerleşimi, insanların bahçeli evlerde oturmaları dolayısıyla oldukça büyük bir alana yayılmış durumda. Bu nedenle küçük merkezlerde dairy denilen bakkal benzeri dükkanlar ile take-away diye adlandırılan, ayaküstü lokantaları bulunuyor. Bunlar büyük çoğunlukla Çin, Hindistan ayaküstü yemek salonları ya da kebab salonu.
Başlı başına Türk lokantaları çok yaygın olmasa da Akdeniz mutfağı adı altında çeşitli Türk lezzetleri bulmak mümkün. Bunu kebab salonlarını saymadan söylüyorum. Şaşırtıcı bir şekilde gittiğiniz hemen her yerde Turkish Kebab sunumuyla kebab salonları görmeniz mümkün. Ülkedeki Türklerin önemli çoğunluğu yemek sektörüne hizmet verse de bu kebab salonlarının işletmecileri çok büyük olasılıkla Türk değil ve kebab da biraz Kiwileşmiş (tatlımsı soslar). Ancak son derece popüler.
Take-away shop, yani ayaküstü yemek salonları çok yaygın olduğu gibi, ayrıca food court denilen yemek köşeleri de karın doyurmaya hizmet ediyor. Yemek köşeleri, alışveriş merkezlerinde ya da bazı organize alanlarda dünya yemekleri sunan lokantaların bir arada servis verdiği ve müşterilerine ortak oturma alanı sunduğu alandır, diyebiliriz. Örneğin arkadaşlarınızla food court'a gittiğinizde hepiniz başka bir ülke yemeği alıp aynı masaya oturabilirsiniz. Seçenekler, Çin, İtalya, Endonezya, Malezya, Vietnam, Tayland, Hindistan, Fransa, Türkiye ya da bir başka ülkeden olabilir.
belirtelim. Bu kadar değişik kökenin ve milletin bir arada bulunması elbette yemek kültürüne büyük ölçüde yansıyor.
| Mitai Maori Köyü / Hangi usülü yemek Fotoğraf: Bülent Boyacı |
Britanya kökenlilerin yemeklerinin haliyle İngiliz yemekleri olduğunu tahmin edersiniz. Bir Yeni Zelandalıya en popüler yemeği sorduğunuzda da "fish and chips" cevabını almanız normaldir. Bir Yeni Zelandalının evinde hazırlanmış güzel bir akşam yemeği muhtemelen şöyle olacaktır; et (kuzu, dana, tavuk, domuz) ızgara, kızartma ya da şinitzel, etin üzerine gravy denilen bir çeşit et sosu, yanına fırında patates, kumara, havuç, bal kabağı, biri ya da birkaçı beraber, bazen püre, yanına yeşil sebze, bezelye, fasulye, beyaz lahana ya da kuşkonmaz ve salata. İngiliz kültüründe olduğu gibi Yeni Zelanda'da da dışarıda yemek ya da yemeği dışarıdan sipariş etmek çok yaygın ve Kiwiler diğer lezzetlere çok açıklar.
Japon yemekleri yoğun olarak soya sosu ve susam sosu içerir, Türk yemeklerinde tuz hakimiyetinin aksine Japon yemekleri tatlımsıdır. Bu tatlımsı lezzetin Kiwi damak tadına çok uygun olduğu söyleniyor. Japon lokantalarının yanında suşi salonlarının da çok yaygın olduğunu belirtelim.
Asya yemekleri içinde en popüler olanı Tayland yemekleri. Tayland yemekleri deniz ürünlerinden, vejeteryan tercihlere kadar oldukça geniş seçenekler sunuyor. Fiyat aralığı da oldukça geniş, genellikle lüks servis veren restorantlar Taylandlıların. Yemeklerinde hissedilen hakim lezzet ise hindistan cevizi. Hindistan cevizi yağı ve sosu Tayland yemeklerinin vazgeçilmezi. Ayrıca kendilerine özgü köri yemekleri de tercih sebebi.
Hindistan lokantaları belki de en yaygın olanlar. Hindistan yemeklerinin kendine has körisini bir sevdiniz mi, arada "canım Hindistan yemeği çekti" demeniz muhtemel. Tüm Asya yemekleri içinde Türklerin sulu yemeklerine en yakın olanlar, lezzet olarak benzemese de Hindistan yemekleri. Yemekler pilav ve naan denilen ve Türkiye'deki lavaşa benzeyen bir çeşit pide ile servis ediliyor.
Ülkenin genel yerleşimi, insanların bahçeli evlerde oturmaları dolayısıyla oldukça büyük bir alana yayılmış durumda. Bu nedenle küçük merkezlerde dairy denilen bakkal benzeri dükkanlar ile take-away diye adlandırılan, ayaküstü lokantaları bulunuyor. Bunlar büyük çoğunlukla Çin, Hindistan ayaküstü yemek salonları ya da kebab salonu.
Başlı başına Türk lokantaları çok yaygın olmasa da Akdeniz mutfağı adı altında çeşitli Türk lezzetleri bulmak mümkün. Bunu kebab salonlarını saymadan söylüyorum. Şaşırtıcı bir şekilde gittiğiniz hemen her yerde Turkish Kebab sunumuyla kebab salonları görmeniz mümkün. Ülkedeki Türklerin önemli çoğunluğu yemek sektörüne hizmet verse de bu kebab salonlarının işletmecileri çok büyük olasılıkla Türk değil ve kebab da biraz Kiwileşmiş (tatlımsı soslar). Ancak son derece popüler.
Take-away shop, yani ayaküstü yemek salonları çok yaygın olduğu gibi, ayrıca food court denilen yemek köşeleri de karın doyurmaya hizmet ediyor. Yemek köşeleri, alışveriş merkezlerinde ya da bazı organize alanlarda dünya yemekleri sunan lokantaların bir arada servis verdiği ve müşterilerine ortak oturma alanı sunduğu alandır, diyebiliriz. Örneğin arkadaşlarınızla food court'a gittiğinizde hepiniz başka bir ülke yemeği alıp aynı masaya oturabilirsiniz. Seçenekler, Çin, İtalya, Endonezya, Malezya, Vietnam, Tayland, Hindistan, Fransa, Türkiye ya da bir başka ülkeden olabilir.
21 Nisan 2015 Salı
Yeni Zelanda Parası, Yeni Zelanda Doları
Yeni Zelanda parası, New Zealand Dollar olarak adlandırılır ve NZD olarak kısaltılır.
2013 yılı verilerine göre dünyada en çok işlem gören para birimleri arasında 10. olmasına rağmen "convertible" yani diğer para birimlerine kolay çevrilebilir bir para birimi değildir.
Yeni Zelanda doları ülke dışında bir kaç çevre adanın ve bölgenin de para birimidir.
Türk Lirası ile direk transferi olanaklı değildir. Yeni Zelanda doları ya da Türk Lirası birbirine çevrilmek istendiğinde paranın Euro ya da Amerikan dolarına çevrilip sonra diğer ülkede o ülkenin parasına çevrilmesi ile transferi mümkündür. Fiziksel olarak direk transferi mümkün olmamasına rağmen kağıt üstü çevrim bazı web sayfaları aracılığıyla yapılıp ülke paraları karşılaştırılabilir. Bu rakamlar aşağı yukarı değerleri vermektedir ve ülke parasının değerini anlamakta yardımcı olur.
Elbette bir başka ülkenin para birimini hesaplarken o ülkede edinilen ortalama ya da minimum geliri de göz önünde bulundurmak gerekir. Şu anda 1 NZD = 2.07728 TRY ve diyelim ki ekmek Yeni Zelanda'da 5 dolar. Türk Lirasına çevirip aaaa 10 TL'ye ekmek mi olur demek doğru bir çevirme yöntemi sayılmaz. O ülkede kazanılan gelire göre ekmeğin fiyatının gelire ortalaması ya da 1 TL'nin aldığı ile 1 NZD'nin aldığı benzerdir.
Yeni Zelanda bozuk paraları şurada;

Yeni Zelanda kağıt paraları da burada;

2013 yılı verilerine göre dünyada en çok işlem gören para birimleri arasında 10. olmasına rağmen "convertible" yani diğer para birimlerine kolay çevrilebilir bir para birimi değildir.
Yeni Zelanda doları ülke dışında bir kaç çevre adanın ve bölgenin de para birimidir.
Türk Lirası ile direk transferi olanaklı değildir. Yeni Zelanda doları ya da Türk Lirası birbirine çevrilmek istendiğinde paranın Euro ya da Amerikan dolarına çevrilip sonra diğer ülkede o ülkenin parasına çevrilmesi ile transferi mümkündür. Fiziksel olarak direk transferi mümkün olmamasına rağmen kağıt üstü çevrim bazı web sayfaları aracılığıyla yapılıp ülke paraları karşılaştırılabilir. Bu rakamlar aşağı yukarı değerleri vermektedir ve ülke parasının değerini anlamakta yardımcı olur.
Elbette bir başka ülkenin para birimini hesaplarken o ülkede edinilen ortalama ya da minimum geliri de göz önünde bulundurmak gerekir. Şu anda 1 NZD = 2.07728 TRY ve diyelim ki ekmek Yeni Zelanda'da 5 dolar. Türk Lirasına çevirip aaaa 10 TL'ye ekmek mi olur demek doğru bir çevirme yöntemi sayılmaz. O ülkede kazanılan gelire göre ekmeğin fiyatının gelire ortalaması ya da 1 TL'nin aldığı ile 1 NZD'nin aldığı benzerdir.
Yeni Zelanda bozuk paraları şurada;
Yeni Zelanda kağıt paraları da burada;
15 Mart 2015 Pazar
Komplo Teorileri ve Biz
O ülke var ya o ülke, her iş onun başının altından çıkıyor!
Hadi hikaye edelim bunu veya bir masal.
Bir zamanlar güçlü mü güçlü bir ülke varmış. O güçlü ülkeyi yönetenler, sadece o ülkeyi yönetmiyor, tüm dünyayı yönetmek istiyormuş. Herşeyi ama herşeyi yönetebilmek ve tüm zenginliklere sahip olmak başlıca hedefleriymiş. Bu hedeflerine ulaşabilmek için de hiçbir yöntemden kaçınmıyormuş bu ülke. Savaşlar çıkarıyor, her bir ülke halkını birbirine düşürüyormuş. Diğer ülkelerin halkları çoğunlukla bu ülkenin güç ve zenginlik arzusunun farkında olup o ülkeye kin beslemekteymiş. Kin öyle bir boyuta ulaşmış ki, artık o ülkelerde olan tüm olayların sebebi bu güç odağı ülkeye bağlanmaya başlamış. Ülkeler içinde yer alan karşıt görüşler bile sadece bu konuda aynı fikirdeymiş. Bütün felaketler bu kötü gücün başının altından çıkmaktaymış. İş o noktaya ulaşmış ki, bazı doğal felaketlerin bile nedeni o ülkeyi yönetenlermiş. Çünkü bu ülke bilim ve teknolojide o kadar ileriymiş ki isterse depremleri tetikleyebilir, hastalıkları sinsice azdırabilir ve bunu hiç yapmamış gibi de onlara yardım ediyor görüntüsü altında istedikleri yerde cirit atabilirlermiş. O kadar kötüymüşler yani. Ne yazık ki, tüm bu ülkenin yaptıkları neredeyse kanıtlanamamakta, ayyuka çıkarılamamaktaymış. Onlar o kadar, o kadar güçlüymüşler ki herşey gibi her türlü haber alma kaynaklarını da yönettiklerinden herkesi yanıltmayı becermekteymişler.
Özellikle bu üzerine oyunlar oynanan, halkları birbirine düşürülen, savaşlara sokulan ülkelerde insanlar gruplar halinde bir araya gelip de "ne olacak bu hal?"minvalinde konuşmalar yaptıklarında, konu gelir o canavar ülkenin, kendi ülkeleri üzerindeki olumsuz etkilerine dayanırmış. O canavarın oyunlarıymış bunlar.
Konuşmalara biraz kulak verildiğindeyse hayli gülünesi bir durum ortaya çıkmaktaymış. Çünkü ülke içindeki karşıt düşünce grupları birbirlerini o canavarın elçisi, yardımcısı olmakla suçlamaktaymış. Aslında paylaştıkları neredeyse tek aynı görüşte bile birleşememekteymişler bu yüzden.
Bu tür ülkeler içinde bir çok bireye yöneltilecek bir çözüm sorusunun cevabı ise şaşırtıcı derecede birbirine benzermiş. O da "Ah bir lider çıksa!" imiş. Bazı bireyler ise ilk "heeeyyyttt!" diyenin o kurtarıcı olduğu inancına kapılmış.
Bu hikayeyi bir gün bir adam çıkmış ve "Tamam bu lanet ülke bu işleri beceriyor, sizi parmağında hokkabaz gibi döndürüyor da siz, o ülke bunu nasıl yapıyor ve yapabiliyor'u soruyor musunuz? Siz bu adamlar bilimde o kadar ileri iken bilime ve düşünceye hiç prim verdiniz mi? Önceliğiniz ne idi? Bilimde, teknolojide onlardan geri kaldıysanız, neden geri kaldığınızı araştırdınız mı, bu konuda dünyada bir yer edinmeye odaklandınız mı?" demiş ve insanlar bir aydınlanma yaşamış, falan filan diye bitirmeyi çok isterdim. Ancak, bu hikaye sonunda ne tür bir düşünce dayatırsa dayatsın mutlu sonla biten bir çocuk masalı değil.
Komplo teorilerinin tamamen safsata olduğu değil söylemek istediğim, olayları açıklarken komplo teorilerinin insanları nasıl yanılttığı, nasıl bir tuzağa düşürdüğü. Herhangi bir olayın ardından başka birini ya da bir şeyi suçlamak, bizim üzerimizde olan sorumluluğu azaltıyor. Hele ki işler, bizim bireyler olarak tek başına çözebileceklerimizden daha büyük olduğunda başka bir şeyleri, kişi, ülke, kuruluş her ne ise suçlamak daha da kolaylaşıyor. Bütün bu olaylarda başka aktörler özellikle de dış aktörler arama işi, bizim olanlar ve olaylar üzerindeki, öncesi ve sonrasındaki sorumluluk ve rollerimizi görmezden gelmemize neden olurken, aslında yaşadıklarımızdan öğrenmemiz gerekenlere de engel olarak çok daha büyük bir zarar veriyor.
Canavarlar ne yazık ki perilerden daha gerçek! Onları da hep ve yeniden yenmek gerek!
Aman ne öcü, ne kaka derken, bunu demekle yetinmemeli, dünyayı daha güzele çevirmeye bakmak gerek!
Hadi hikaye edelim bunu veya bir masal.
Bir zamanlar güçlü mü güçlü bir ülke varmış. O güçlü ülkeyi yönetenler, sadece o ülkeyi yönetmiyor, tüm dünyayı yönetmek istiyormuş. Herşeyi ama herşeyi yönetebilmek ve tüm zenginliklere sahip olmak başlıca hedefleriymiş. Bu hedeflerine ulaşabilmek için de hiçbir yöntemden kaçınmıyormuş bu ülke. Savaşlar çıkarıyor, her bir ülke halkını birbirine düşürüyormuş. Diğer ülkelerin halkları çoğunlukla bu ülkenin güç ve zenginlik arzusunun farkında olup o ülkeye kin beslemekteymiş. Kin öyle bir boyuta ulaşmış ki, artık o ülkelerde olan tüm olayların sebebi bu güç odağı ülkeye bağlanmaya başlamış. Ülkeler içinde yer alan karşıt görüşler bile sadece bu konuda aynı fikirdeymiş. Bütün felaketler bu kötü gücün başının altından çıkmaktaymış. İş o noktaya ulaşmış ki, bazı doğal felaketlerin bile nedeni o ülkeyi yönetenlermiş. Çünkü bu ülke bilim ve teknolojide o kadar ileriymiş ki isterse depremleri tetikleyebilir, hastalıkları sinsice azdırabilir ve bunu hiç yapmamış gibi de onlara yardım ediyor görüntüsü altında istedikleri yerde cirit atabilirlermiş. O kadar kötüymüşler yani. Ne yazık ki, tüm bu ülkenin yaptıkları neredeyse kanıtlanamamakta, ayyuka çıkarılamamaktaymış. Onlar o kadar, o kadar güçlüymüşler ki herşey gibi her türlü haber alma kaynaklarını da yönettiklerinden herkesi yanıltmayı becermekteymişler.
Özellikle bu üzerine oyunlar oynanan, halkları birbirine düşürülen, savaşlara sokulan ülkelerde insanlar gruplar halinde bir araya gelip de "ne olacak bu hal?"minvalinde konuşmalar yaptıklarında, konu gelir o canavar ülkenin, kendi ülkeleri üzerindeki olumsuz etkilerine dayanırmış. O canavarın oyunlarıymış bunlar.
Konuşmalara biraz kulak verildiğindeyse hayli gülünesi bir durum ortaya çıkmaktaymış. Çünkü ülke içindeki karşıt düşünce grupları birbirlerini o canavarın elçisi, yardımcısı olmakla suçlamaktaymış. Aslında paylaştıkları neredeyse tek aynı görüşte bile birleşememekteymişler bu yüzden.
Bu tür ülkeler içinde bir çok bireye yöneltilecek bir çözüm sorusunun cevabı ise şaşırtıcı derecede birbirine benzermiş. O da "Ah bir lider çıksa!" imiş. Bazı bireyler ise ilk "heeeyyyttt!" diyenin o kurtarıcı olduğu inancına kapılmış.
Bu hikayeyi bir gün bir adam çıkmış ve "Tamam bu lanet ülke bu işleri beceriyor, sizi parmağında hokkabaz gibi döndürüyor da siz, o ülke bunu nasıl yapıyor ve yapabiliyor'u soruyor musunuz? Siz bu adamlar bilimde o kadar ileri iken bilime ve düşünceye hiç prim verdiniz mi? Önceliğiniz ne idi? Bilimde, teknolojide onlardan geri kaldıysanız, neden geri kaldığınızı araştırdınız mı, bu konuda dünyada bir yer edinmeye odaklandınız mı?" demiş ve insanlar bir aydınlanma yaşamış, falan filan diye bitirmeyi çok isterdim. Ancak, bu hikaye sonunda ne tür bir düşünce dayatırsa dayatsın mutlu sonla biten bir çocuk masalı değil.
Komplo teorilerinin tamamen safsata olduğu değil söylemek istediğim, olayları açıklarken komplo teorilerinin insanları nasıl yanılttığı, nasıl bir tuzağa düşürdüğü. Herhangi bir olayın ardından başka birini ya da bir şeyi suçlamak, bizim üzerimizde olan sorumluluğu azaltıyor. Hele ki işler, bizim bireyler olarak tek başına çözebileceklerimizden daha büyük olduğunda başka bir şeyleri, kişi, ülke, kuruluş her ne ise suçlamak daha da kolaylaşıyor. Bütün bu olaylarda başka aktörler özellikle de dış aktörler arama işi, bizim olanlar ve olaylar üzerindeki, öncesi ve sonrasındaki sorumluluk ve rollerimizi görmezden gelmemize neden olurken, aslında yaşadıklarımızdan öğrenmemiz gerekenlere de engel olarak çok daha büyük bir zarar veriyor.
Canavarlar ne yazık ki perilerden daha gerçek! Onları da hep ve yeniden yenmek gerek!
Aman ne öcü, ne kaka derken, bunu demekle yetinmemeli, dünyayı daha güzele çevirmeye bakmak gerek!
13 Ekim 2014 Pazartesi
Bizdendir Hüzün
Hüzün bizim nöbetimizdi
İçimizde bir boşluk, tutmasak eğer
Nedenimiz yoksa, geçmişimiz vardı
Nasıl olsa olup olacağımız toprak gibi
Kucaklardı bizi
Hüzündü işte,
Yalnızlığımızın paha biçilmez dostu
Sarılmaya doyamazdık
Hüzün bizim nöbetimizdi
Listede adımız
illa ki tutacağımız
Sevgi 13.10.14
7 Nisan 2014 Pazartesi
Tutamadığım Sır
Yüzüm içeriden, derinden gelen ve hızla yükselen bir sıcaklıkla yanıyordu. Ulan gene bir eşeklik etmiştim. Hayatta bilim ve teknolojinin varlığına ve üstünlüğüne bütünüyle inandığımız ve hızla ilerlemesi için her şeyimizi o anda ortaya koyabileceğimiz anlardan biriydi. Geri sarma makinesi, zamanı, zamanı diyorum geri sarma makinesi. Yani ettin edeceğini ama yine de ettiğinin hemen farkına varmış olmanın verdiği, "çabuk uyandım ama" itirazı gibi. Hemen geri sararız, bişicik olmaz! Sanki elinden kaçırdığın yumağın açılan bir iki metrelik ipini geri yumaklamak gibi, olmaz mı? Yani ne olur, bir "can"ım daha olsa, bir geri al tuşu ya da hafızayı silme falan? Cık. Olan oldu.
Arkadaşım dedi ki bana, "bu söylediğimi sana söylüyorum, sakın kimseye söyleme." Bu konuşmadan sonraki 5 dakika içinde ben arkadaşımın sırrını söylemiştim bile. Tebrikler!
Bakın ortada savunma falan yok, yaptığım düpedüz eşeklik. Ama izninizle bu durumu biraz irdeleyeceğim, yanlış anlaşılma olmasın. Hele, eneee, bu kıza da bişi söylenmez demeyin, üzülürüm. Söz, sizin sırrınızı kimseye söylemeyeceğim. :)
Ulan nasıl da küt diye çıktı ağzımdan? Hele sırrı söylediğim kişi şöyle demişse; "Tutamamışsın işte!". Eneee, donuna kaçıran kadar rezil oldum ya ben böyle!
Şimdi şuradan bakalım; kim bu arkadaş?
Bir kere öyle çok yakın bir arkadaş değil, iş arkadaşı. Bu bir hafifletici neden olabilir.
Olabilir mi?
Peki devam edelim; sır ne ile alakalı?
Sır arkadaşın işe neden gelemediği ile alakalı.
Peki sen sırrı kime söyledin?
Patrona.
Peki sır patronun arkadaşına kızmasına neden olacak ya da arkadaşını zor duruma düşürecek bir şey miydi? Hayır, tam aksi, onu daha iyi anlamalarına neden olacak bir şeydi.
Peki bu sırrı söylemesen de olur muydu?
Pekala da olurdu.
Her tarafımızdan ulviyet akıyormuş gibi yazılar yazmayalım değil mi? İşte gördüğünüz gibi sevgili dostlar bir sırrı becerip tutamadık, iyi mi?
Olayda daha derine inilecek şöyle bir boyut var. İnsanın acziyetini ortaya döken bir husus anlatacağım. İşin boyutu şu, yargı ve kararlarımız; bu olayda benim kararım, bana sır olarak söylenenin benim için pek de sırlık bir hüviyetinin olmamasıydı, ancak bu karar düşünülerek verilmiş değil, otomatiğe bağladığım beyin fonksiyonlarının fısıltısıydı. Yargı ise patronun beni ne olduğunu söylememe zaten zorlayacağıydı, çünkü genel olarak şöyle der, "aman ne olacak söyle" ya da "biliyorsundur sen". Arkadaşımın işe gelmeyeceğini söylediğimde o beni zorlayacak "aa niye?" diyecek, ben de bir iki nazlanma sonunda zaten söyleyecektim öyle mi? Beynimin çabucak ulaştığı yargıydı bu. Ne acıklı acizlik!
Olayın hangi boyutu olursa olsun, arkadaşımın sadece benimle paylaştığı bir şeyi, benim de paylaşmaya hakkım yok!
Umarimbu bana ders olur, ahanda yazıyorum buraya, umarım bozulur beynimdeki o zevzek döngü!
He bi de "Bilmiyorum" de, de mi? İlle de bildiğini belli etme daa!
6 Nisan 2014 Pazar
Erzurumlu Levon, Sivaslı Satenig
Film Jack Kevorkian'ın hayatını anlatıyor. Kevorkian, çoğunlukla hastalıkları nedeniyle acı çekerek yaşayan insanların kendi ölüm kararlarını vermeye haklarının olduğunu yani ötenaziyi savunan ve ölmek isteyenlere aktif olarak yardım eden çok radikal bir doktor. Film tahmin edersiniz oldukça kasvetli. Gerek sıkıntıları nedeniyle ölmek isteyen ve Kevorkian'ın yardımını isteyen hastalar, gerek Kevorkian'ın düşüncesini savunur iken başından geçenler, ilerlemiş yaşına rağmen aldığı 8 yıl hapis cezası. Kasvetli ama izlemeye değer bir yaşam öyküsü. Sorgulamadıklarımızı sorgulatan, belki başımıza gelmediği sürece düşünmeyeceğimiz bir olguyu, inançlarımız ne olursa olsun bize yeniden gözden geçirten bir film. Kevorkian'ın düşüncelerinin oldukça tartışmalı olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?
Filmi izlerken Kevorkian soyadı ilgimi çekti, çünkü bu bir Ermeni soyadı idi. Sonrasında ise filmin bir sahnesinde Ermeni Kıyımı'na değiniliyor, ki sahnenin önemli olduğunu düşünüyorum, şöyle ki; aynı zamanda ressam olan Dr Kevorkian'ın resimlerinde de ana teması "ölüm"dür. Doktorun kız kardeşi, kardeşinin resim sergisi sırasında arkadaşına, çocukluklarının Ermeni soykırımı hikayeleri ile geçtiğini anlatıyor ve kardeşinin o ruh durumunda etkilenmiş olabileceğini söylüyor. Bu nokta çok etkileyici ve acıtıcı.
Ekşi sözlükte Ermeni lobisinin filme "hemencecik de" soykırım sıkıştırmasını yaptığına dair fikirler var. Biraz duralım ve şöyle bakalım, gerçekten öyle mi? Jack (Asıl adı Jacob, öğretmenin yanlış okuması ile Jack kalıyor.) Kevorkian baba tarafından Erzurum, anne tarafından Sivaslı. Babası 1912'de bir şekilde Amerika'ya giderken, annesi tehcir sırasında önce Fransa'ya kaçıyor, oradan da Amerika'ya geçiyor ve eşiyle orada Ermeni cemaati içinde tanışıyor. Erzurumlu, Sivaslı, bir kerecik daha doğduğu, büyüdüğü toprakları göremeyen ve pek çok yakınını kaybetmiş insanlar. Kusura bakmayın ama ben burada lobilik bir durum görmüyorum, gayet olası bir tespit var ortada. Jack, o soykırımı, dışlamayı yaşamamış olsa da, bu anı ve düşüncelerle büyümek! Olaya siyasi taraflarından tamamen sıyrılarak bakmak istiyorum: hangimizin dedesi, ninesi doğduğu topraklarda ölmek istemedi? Hangimiz çocukluğunu geçirdiği yerleri unuttu? Yakınlarınızın, sevdiklerinizin öldürüldüğünü, buna şahit olduğunuzu ve yaşamınızı ancak kaçarak kurtarabildiğinizi fakat ancak kaçamayan pek çok tanıdığınız olduğunu düşünün.
Farklılıklardan temizlenmiş Anadolu!
Filmi izlerken Kevorkian soyadı ilgimi çekti, çünkü bu bir Ermeni soyadı idi. Sonrasında ise filmin bir sahnesinde Ermeni Kıyımı'na değiniliyor, ki sahnenin önemli olduğunu düşünüyorum, şöyle ki; aynı zamanda ressam olan Dr Kevorkian'ın resimlerinde de ana teması "ölüm"dür. Doktorun kız kardeşi, kardeşinin resim sergisi sırasında arkadaşına, çocukluklarının Ermeni soykırımı hikayeleri ile geçtiğini anlatıyor ve kardeşinin o ruh durumunda etkilenmiş olabileceğini söylüyor. Bu nokta çok etkileyici ve acıtıcı.
Ekşi sözlükte Ermeni lobisinin filme "hemencecik de" soykırım sıkıştırmasını yaptığına dair fikirler var. Biraz duralım ve şöyle bakalım, gerçekten öyle mi? Jack (Asıl adı Jacob, öğretmenin yanlış okuması ile Jack kalıyor.) Kevorkian baba tarafından Erzurum, anne tarafından Sivaslı. Babası 1912'de bir şekilde Amerika'ya giderken, annesi tehcir sırasında önce Fransa'ya kaçıyor, oradan da Amerika'ya geçiyor ve eşiyle orada Ermeni cemaati içinde tanışıyor. Erzurumlu, Sivaslı, bir kerecik daha doğduğu, büyüdüğü toprakları göremeyen ve pek çok yakınını kaybetmiş insanlar. Kusura bakmayın ama ben burada lobilik bir durum görmüyorum, gayet olası bir tespit var ortada. Jack, o soykırımı, dışlamayı yaşamamış olsa da, bu anı ve düşüncelerle büyümek! Olaya siyasi taraflarından tamamen sıyrılarak bakmak istiyorum: hangimizin dedesi, ninesi doğduğu topraklarda ölmek istemedi? Hangimiz çocukluğunu geçirdiği yerleri unuttu? Yakınlarınızın, sevdiklerinizin öldürüldüğünü, buna şahit olduğunuzu ve yaşamınızı ancak kaçarak kurtarabildiğinizi fakat ancak kaçamayan pek çok tanıdığınız olduğunu düşünün.
Farklılıklardan temizlenmiş Anadolu!
Üniversiteyi bitirene kadar yaşamım Anadoluda geçti. İş için, iş bulma düşüncesi ve kaygısı ile İstanbul'a geldiğimde bir anda kendimi Nişantaşında buldum: Bilmeyenler için, İstanbul'da, etnik ve dini farklılıkların en yoğun olup birbirine eklenip çoğaldığı yerlerdendir Nişantaşı. Oysa benim geldiğim yerlerde etnik olarak farklılıklar olsa da dini farklı olan kimseyle tanışmamıştım. Aslına bakarsanız eğitim sistemimiz nedeniyle etnik bir farklılık olduğunu da sonralardan keşfetmiştim. Orada, Rumeli Caddesi'nde bankada çalışıyordum, Yahudi ve Ermeni bir çok müşterimiz vardı ve hatta çalışma arkadaşlarımdan biri de Ermeni idi, en yakın dostlarımdan biridir şimdi.
Anadolu'dan gelmiş ben için bu keskin etnik ve dini farklılıklar çok önemliydi, gözlem halindeydim. Özellikle Ermeniler ilgi alanımdaydı. Hani yüzyıllarca beraber yaşadıktan sonra birbirimize düşman olmuştuk ya, hani arada bir başka ülkelerin meclisleri bizim ülkede o tarihte ne olduğuna dair ellerini kaldırıp anlam veremediğim bir oylama yapıyorlardı ya, bunun sırrını bulmak, bilmek istiyordum. Neydi farkımız, ne olmuştu. Okuduklarım dışında kişisel en temel gözlemim şu; ahlak anlayışımız birebir aynı, farklı olan tek konu din. Dil diyemiyorum, çünkü ortak dil Türkçe. Okuduklarımda gördüğüm ise gerçekten ortada çok ama çok acıklı bir durumun olduğu. İşin benim anladığım kısmına girmeyeceğim, çünkü bu konuda bir yetkinliğim yok. Sadece insan olduğumu, insan olduğumuzu unutmak istemiyorum. Yaşananın bir insanlık dramı olduğunu görmemizi, olaya böyle yaklaşmamızı ve her ne olursa bu sorunun saçma sapan başka ülke meclislerine bırakılmadan bizim tarafımızdan çözülmesini en azından acıların hafifletilmesini diliyorum.
İnsanları ayırmanın, ayrıştırmanın sonu yok. O gün başka nedenlerle olmuştu ama Ermenisi Türkü o tuzağa düşmüştü. Eğer, ayrıştırmanın kuyusuna düşürsek, boğulacağız, her zaman kaybetmeye mahkum olacağız. O gün Ermeniler ayrılmıştı, sonra Kürtler, Aleviler, Başörtülüler, Laikler, Çapulcular, Geziciler, Cahiller... Tıpkı Temel fıkrasında olduğu gibi belki bir gün açık yeşiller ve koyu yeşiller..
Eğer ötenazi kavramı üzerine düşünmek isterseniz ve bu filmi izlemek isterseniz film tanıtım linki;
Anadolu'dan gelmiş ben için bu keskin etnik ve dini farklılıklar çok önemliydi, gözlem halindeydim. Özellikle Ermeniler ilgi alanımdaydı. Hani yüzyıllarca beraber yaşadıktan sonra birbirimize düşman olmuştuk ya, hani arada bir başka ülkelerin meclisleri bizim ülkede o tarihte ne olduğuna dair ellerini kaldırıp anlam veremediğim bir oylama yapıyorlardı ya, bunun sırrını bulmak, bilmek istiyordum. Neydi farkımız, ne olmuştu. Okuduklarım dışında kişisel en temel gözlemim şu; ahlak anlayışımız birebir aynı, farklı olan tek konu din. Dil diyemiyorum, çünkü ortak dil Türkçe. Okuduklarımda gördüğüm ise gerçekten ortada çok ama çok acıklı bir durumun olduğu. İşin benim anladığım kısmına girmeyeceğim, çünkü bu konuda bir yetkinliğim yok. Sadece insan olduğumu, insan olduğumuzu unutmak istemiyorum. Yaşananın bir insanlık dramı olduğunu görmemizi, olaya böyle yaklaşmamızı ve her ne olursa bu sorunun saçma sapan başka ülke meclislerine bırakılmadan bizim tarafımızdan çözülmesini en azından acıların hafifletilmesini diliyorum.
İnsanları ayırmanın, ayrıştırmanın sonu yok. O gün başka nedenlerle olmuştu ama Ermenisi Türkü o tuzağa düşmüştü. Eğer, ayrıştırmanın kuyusuna düşürsek, boğulacağız, her zaman kaybetmeye mahkum olacağız. O gün Ermeniler ayrılmıştı, sonra Kürtler, Aleviler, Başörtülüler, Laikler, Çapulcular, Geziciler, Cahiller... Tıpkı Temel fıkrasında olduğu gibi belki bir gün açık yeşiller ve koyu yeşiller..
Eğer ötenazi kavramı üzerine düşünmek isterseniz ve bu filmi izlemek isterseniz film tanıtım linki;
Kaydol:
Yorumlar (Atom)





