13 Ekim 2014 Pazartesi

Bizdendir Hüzün


Hüzün bizim nöbetimizdi
İçimizde bir boşluk, tutmasak eğer

Nedenimiz yoksa, geçmişimiz vardı
Nasıl olsa olup olacağımız toprak gibi
Kucaklardı bizi

Hüzündü işte,
Yalnızlığımızın paha biçilmez dostu
Sarılmaya doyamazdık

Hüzün bizim nöbetimizdi
Listede adımız
illa ki tutacağımız
Sevgi 13.10.14

7 Nisan 2014 Pazartesi

Tutamadığım Sır



Yüzüm içeriden, derinden gelen ve hızla yükselen bir sıcaklıkla yanıyordu. Ulan gene bir eşeklik etmiştim. Hayatta bilim ve teknolojinin varlığına ve üstünlüğüne bütünüyle inandığımız ve hızla ilerlemesi için her şeyimizi o anda ortaya koyabileceğimiz anlardan biriydi. Geri sarma makinesi, zamanı, zamanı diyorum geri sarma makinesi. Yani ettin edeceğini ama yine de ettiğinin hemen farkına varmış olmanın verdiği, "çabuk uyandım ama" itirazı gibi. Hemen geri sararız, bişicik olmaz! Sanki elinden kaçırdığın yumağın açılan bir iki metrelik ipini geri yumaklamak gibi, olmaz mı? Yani ne olur, bir "can"ım daha olsa, bir geri al tuşu ya da hafızayı silme falan? Cık. Olan oldu.

Arkadaşım dedi ki bana, "bu söylediğimi sana söylüyorum, sakın kimseye söyleme." Bu konuşmadan sonraki 5 dakika içinde ben arkadaşımın sırrını söylemiştim bile. Tebrikler!


Bakın ortada savunma falan yok, yaptığım düpedüz eşeklik. Ama izninizle bu durumu biraz irdeleyeceğim, yanlış anlaşılma olmasın. Hele, eneee, bu kıza da bişi söylenmez demeyin, üzülürüm. Söz, sizin sırrınızı kimseye söylemeyeceğim. :)

Ulan nasıl da küt diye çıktı ağzımdan? Hele sırrı söylediğim kişi şöyle demişse; "Tutamamışsın işte!". Eneee, donuna kaçıran kadar rezil oldum ya ben böyle!

Şimdi şuradan bakalım; kim bu arkadaş?
Bir kere öyle çok yakın bir arkadaş değil, iş arkadaşı. Bu bir hafifletici neden olabilir.
Olabilir mi?
Peki devam edelim; sır ne ile alakalı?
Sır arkadaşın işe neden gelemediği ile alakalı.
Peki sen sırrı kime söyledin?
Patrona.
Peki sır patronun arkadaşına kızmasına neden olacak ya da arkadaşını zor duruma düşürecek bir şey miydi? Hayır, tam aksi, onu daha iyi anlamalarına neden olacak bir şeydi.
Peki bu sırrı söylemesen de olur muydu?
Pekala da olurdu.

Her tarafımızdan ulviyet akıyormuş gibi yazılar yazmayalım değil mi? İşte gördüğünüz gibi sevgili dostlar bir sırrı becerip tutamadık, iyi mi?

Olayda daha derine inilecek şöyle bir boyut var. İnsanın acziyetini ortaya döken bir husus anlatacağım. İşin boyutu şu, yargı ve kararlarımız; bu olayda benim kararım, bana sır olarak söylenenin benim için pek de sırlık bir hüviyetinin olmamasıydı, ancak bu karar düşünülerek verilmiş değil, otomatiğe bağladığım beyin fonksiyonlarının fısıltısıydı. Yargı ise patronun beni ne olduğunu söylememe zaten zorlayacağıydı, çünkü genel olarak şöyle der, "aman ne olacak söyle" ya da "biliyorsundur sen". Arkadaşımın işe gelmeyeceğini söylediğimde o beni zorlayacak "aa niye?" diyecek, ben de bir iki nazlanma sonunda zaten söyleyecektim öyle mi? Beynimin çabucak ulaştığı yargıydı bu. Ne acıklı acizlik!

Olayın hangi boyutu olursa olsun, arkadaşımın sadece benimle paylaştığı bir şeyi, benim de paylaşmaya hakkım yok!

Umarimbu bana ders olur, ahanda yazıyorum buraya, umarım bozulur beynimdeki o zevzek döngü!

He bi de "Bilmiyorum" de, de mi? İlle de bildiğini belli etme daa!




6 Nisan 2014 Pazar

Erzurumlu Levon, Sivaslı Satenig



Paylaşmak istediğim, yakın zamanda bazı tesadüfler silsilesi ile izlediğim bir gerçek yaşam öyküsü film (aşağıda linki var), orjinal adıyla "You Don't Know Jack"in bana andırdıkları... Türkiye'de Doktor Ölüm adı ile yayınlanmış ve niyeyse bana rahatsız edici geldi bu isim, niyeyse çünkü, hikayesi anlatılan kişiye zaten Amerika'da Dr. Death diyorlarmış. Her halükarda rahatsız edici bir lakap ya da hitap olduğundan olabilir.

Film Jack Kevorkian'ın hayatını anlatıyor. Kevorkian, çoğunlukla hastalıkları nedeniyle acı çekerek yaşayan insanların kendi ölüm kararlarını vermeye haklarının olduğunu yani ötenaziyi savunan ve ölmek isteyenlere aktif olarak yardım eden çok radikal bir doktor. Film tahmin edersiniz oldukça kasvetli. Gerek sıkıntıları nedeniyle ölmek isteyen ve Kevorkian'ın yardımını isteyen hastalar, gerek Kevorkian'ın düşüncesini savunur iken başından geçenler, ilerlemiş yaşına rağmen aldığı 8 yıl hapis cezası. Kasvetli ama izlemeye değer bir yaşam öyküsü. Sorgulamadıklarımızı sorgulatan, belki başımıza gelmediği sürece düşünmeyeceğimiz bir olguyu, inançlarımız ne olursa olsun bize yeniden gözden geçirten bir film. Kevorkian'ın düşüncelerinin oldukça tartışmalı olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?

Filmi izlerken Kevorkian soyadı ilgimi çekti, çünkü bu bir Ermeni soyadı idi. Sonrasında ise filmin bir sahnesinde Ermeni Kıyımı'na değiniliyor, ki sahnenin önemli olduğunu düşünüyorum, şöyle ki; aynı zamanda ressam olan Dr Kevorkian'ın resimlerinde de ana teması "ölüm"dür. Doktorun kız kardeşi, kardeşinin resim sergisi sırasında arkadaşına, çocukluklarının Ermeni soykırımı hikayeleri ile geçtiğini anlatıyor ve kardeşinin o ruh durumunda etkilenmiş olabileceğini söylüyor. Bu nokta çok etkileyici ve acıtıcı.

Ekşi sözlükte Ermeni lobisinin filme "hemencecik de" soykırım sıkıştırmasını yaptığına dair fikirler var. Biraz duralım ve şöyle bakalım, gerçekten öyle mi? Jack (Asıl adı Jacob, öğretmenin yanlış okuması ile Jack kalıyor.) Kevorkian baba tarafından Erzurum, anne tarafından Sivaslı. Babası 1912'de bir şekilde Amerika'ya giderken, annesi tehcir sırasında önce Fransa'ya kaçıyor, oradan da Amerika'ya geçiyor ve eşiyle orada Ermeni cemaati içinde tanışıyor. Erzurumlu, Sivaslı, bir kerecik daha doğduğu, büyüdüğü toprakları göremeyen ve pek çok yakınını kaybetmiş insanlar. Kusura bakmayın ama ben burada lobilik bir durum görmüyorum, gayet olası bir tespit var ortada. Jack, o soykırımı, dışlamayı yaşamamış olsa da, bu anı ve düşüncelerle büyümek! Olaya siyasi taraflarından tamamen sıyrılarak bakmak istiyorum: hangimizin dedesi, ninesi doğduğu topraklarda ölmek istemedi? Hangimiz çocukluğunu geçirdiği yerleri unuttu? Yakınlarınızın, sevdiklerinizin öldürüldüğünü, buna şahit olduğunuzu ve yaşamınızı ancak kaçarak kurtarabildiğinizi fakat ancak kaçamayan pek çok tanıdığınız olduğunu düşünün.



Farklılıklardan temizlenmiş Anadolu!
Üniversiteyi bitirene kadar yaşamım Anadoluda geçti. İş için, iş bulma düşüncesi ve kaygısı ile İstanbul'a geldiğimde bir anda kendimi Nişantaşında buldum: Bilmeyenler için, İstanbul'da, etnik ve dini farklılıkların en yoğun olup birbirine eklenip çoğaldığı yerlerdendir Nişantaşı. Oysa benim geldiğim yerlerde etnik olarak farklılıklar olsa da dini farklı olan kimseyle tanışmamıştım. Aslına bakarsanız eğitim sistemimiz nedeniyle etnik bir farklılık olduğunu da sonralardan keşfetmiştim. Orada, Rumeli Caddesi'nde bankada çalışıyordum, Yahudi ve Ermeni bir çok müşterimiz vardı ve hatta çalışma arkadaşlarımdan biri de Ermeni idi, en yakın dostlarımdan biridir şimdi.

Anadolu'dan gelmiş ben için bu keskin etnik ve dini farklılıklar çok önemliydi, gözlem halindeydim. Özellikle Ermeniler ilgi alanımdaydı. Hani yüzyıllarca beraber yaşadıktan sonra birbirimize düşman olmuştuk ya, hani arada bir başka ülkelerin meclisleri bizim ülkede o tarihte ne olduğuna dair ellerini kaldırıp anlam veremediğim bir oylama yapıyorlardı ya, bunun sırrını bulmak, bilmek istiyordum. Neydi farkımız, ne olmuştu. Okuduklarım dışında kişisel en temel gözlemim şu; ahlak anlayışımız birebir aynı, farklı olan tek konu din. Dil diyemiyorum, çünkü ortak dil Türkçe. Okuduklarımda gördüğüm ise gerçekten ortada çok ama çok acıklı bir durumun olduğu. İşin benim anladığım kısmına girmeyeceğim, çünkü bu konuda bir yetkinliğim yok. Sadece insan olduğumu, insan olduğumuzu unutmak istemiyorum. Yaşananın bir insanlık dramı olduğunu görmemizi, olaya böyle yaklaşmamızı ve her ne olursa bu sorunun saçma sapan başka ülke meclislerine bırakılmadan bizim tarafımızdan çözülmesini en azından acıların hafifletilmesini diliyorum.

İnsanları ayırmanın, ayrıştırmanın sonu yok. O gün başka nedenlerle olmuştu ama Ermenisi Türkü o tuzağa düşmüştü. Eğer, ayrıştırmanın kuyusuna düşürsek, boğulacağız, her zaman kaybetmeye mahkum olacağız. O gün Ermeniler ayrılmıştı, sonra Kürtler, Aleviler, Başörtülüler, Laikler, Çapulcular, Geziciler, Cahiller... Tıpkı Temel fıkrasında olduğu gibi belki bir gün açık yeşiller ve koyu yeşiller..


Eğer ötenazi kavramı üzerine düşünmek isterseniz ve bu filmi izlemek isterseniz film tanıtım linki;
http://www.imdb.com/title/tt1132623/
Eğer ötenazi ile ilgili bir başka muhteşem film izlemek isterseniz tanıtım linki;
http://www.imdb.com/title/tt0369702/

Not : Bütün resim örnekleri Kevorkian'a aittir.



5 Nisan 2014 Cumartesi

Çin Feneri Festivalinde bir Türk!

Bir önceki yazımda Yeni Zelanda'nın Auckland şehrinde düzenlenen Lantern festivalinden bahsetmiştim. Auckland'da irili ufaklı onlarca festival düzenleniyor. Yine de kendi tabirimle "Çin Feneri Festivali" bunların en rağbet görenlerinden. Bir önceki sene okul iş trafiğinden gitme şansım olmayınca 2014 yılının festivaline katılmayı dört gözle bekliyordum ve emelime ulaştım da.
Sahne gösterileri oldukça keyifliydi. Perküsyon şovlarının sevmediğim türü yok ama Çin müziğinden şüpheliydim. Sanatçılar kimseyi sıkmayacak bir düzenleme, zerafet ve ziyafetle beni yanılttılar, sağ olsunlar. Ama festivalin bana bir sürprizi vardı. Bir dans grubu çıktı, adını kaçırdım, belki önemsemedim ilkin ama şarkıları başladığında ben dumurdum. Çin'den geldiğini söylediklerine emin olduğum grup resmen Türkçe bir şarkı ile dans ediyor, dansları da bizim danslarımıza benziyordu. Şimdi e orada Uygur Türkleri var, niye bu kadar şaşırdın diyebilirsiniz. Sanırım beklemiyor olmak ve Türk olsalar da aynı dili konuşmuyor olduğunu düşünmek benim şaşırmamın temel öğesiydi. İlk kez tam olmasa da ne dediğini aşağı yukarı anladığım bir dil duydum :) İşin benim tarafımdan gerçekten üzücü yanı, tüm arama taramalarıma rağmen grubun adını bulamadım, çünkü hiç bir yerde festival programı yazmıyordu :( Size ancak telefonla çektiğim bu nedenle telefon dışında kalitesi gayet kötü olan ama neyse ki ses kalitesi fena olmayan aşağıdaki videoyu sunabiliyorum. Bakalım siz de şaşıracak mısınız?






3 Nisan 2014 Perşembe

Lantern Festival - Çin Feneri Festivali

Yeni Zelanda, yerel halkının Maoriler olmasına rağmen wikipedia'nın verdiği bilgiye göre yüzde 67'si Avrupalılardan oluşan bir ülke. Ülkenin işleyişi, görünümü, yaşam biçimi tamamen Avrupalı. Üstüne çok kirletilmemiş, çok tahrip edilmemiş olmanın verdiği avantaj ve gelinen bugünde ellerindekinin kıymetini anlamış olan bir anlayışla yönetilen ülkede, her şeyi doğayla iç içe bulabilir, doğaya saygıyı en üst düzeyde görebilirsiniz.
Çoğu İngiliz sömürgesi ülke gibi Yeni Zelanda da iş gücü alan bir ülke. Ayrıca İngilizce'nin resmi dili olması ve kaliteli üniversiteleri nedeniyle yoğun bir öğrenci trafiği de var. Bir de çevre ülkelerde yaşayanlar için gerek sosyal hakları, gerek yaşam rahatlığı ile çok cezbedici bir ülke Zelanda. Sonuç olarak tüm dünyadan insanlara Dünyanın bu uç ülkesinde rastlayabilirsiniz, kimisi ülkeye yerleşmeye, kimisi doğal güzelliklerini görmeye ya da extreme olarak adlandırılan bungy jumping, skydiving gibi adrenalini yüksek sporları yapmaya gelmiş olabilir.
Çok uzun yıllar dış Dünya ile zayıf bir bağlantısı olan ve hala demokrasisi olmayan Çinliler için de Yeni Zelanda yaşanası bir ülke ve dolayısıyla oldukça büyük bir Çinli nüfusu da mevcut bu ülkede.

Lantern Festival de aslında Yeni Zelanda'da düzenlenen bir Çinli Festivali. Lantern, yukarıdaki resimde de görülen ışık topu, bir çeşit fener demek, Türkçe'de de lantern olarak kullanılıyor olabilir, emin değilim.  Bizdeki fener algısı biraz farklı olduğundan Çinli feneri demek bana daha hoş geldi :)

Festival şehir merkezindeki Auckland Üniversitesinin kampüsü ile Albert Parkta düzenleniyor. Cadde üzeri trafiğe kapatılıp bazı çeşitli satımlıklar, çoğunlukla lezzetli Çin yemekleri satılan tezgahlar kuruluyor. Parkın içinde ise çeşitli Lantern sunumları ile Çin müziği ve dansından örnekler sergileniyor.
Bu yıl Şubat ayında 15.Auckland Lantern Festivali düzenlendi. Aşağıda festivalden benim fotoğrafladığım bazı kareler.


















14 Mart 2014 Cuma

Bankonun Öbür Yanı

Normal olmayan, alışılmadık uğultumsu bir ses ve banka şubesinin kalın vitrin camlarını titretecek bir sarsıntıya şaşkınlık ile kafamı şube girişine çevirdiğimi hatırlıyorum. Hayır kalın cam yerindeydi ama tuhaf bir şeyler olmuştu. Bundan sonrası çok hızlı gelişti...

Rumeli Caddesi'ndeki HSBC şubesindeyim. Uzunlamasına bir şube; giriş, gişeler, müşteri temsilcileri, müdür odası yan yana sıralanıyor. Ben gişelerdeyim. Sarsıntıyla sola döndürdüğüm başım, bir anda şube müdürünün üst kattan telaşlı gelişiyle sağa çevriliyor. Genel müdürlüğe ulaşamadığını, telefonların yanıt vermediğini söylüyor, sesinde tedirginlik var. O sırada müşteri temsilcilerinin bulunduğu bölümdeki televizyondan HSBC'nin genel müdürlüğünde bir patlama olduğunu öğreniyoruz. Bizim az önce duyduğumuz sarsıntının, Beyoğlundaki İngiliz Konsolosluğunda gerçekleşen aynı zamanlı diğer patlamadan geldiğini ise daha sonra öğreneceğiz.


Bilmeyenler için Rumeli Caddesi, patlama olan iki noktanın, 1.Levent ve Beyoğlu'nun tam ortasında gibidir. Ayrıca biri Beyoğlu biri Osmanbey'de olan Sinagog patlamaları da daha beş gün önce olmuştu. Rumeli Caddesinin bir bölümü de Osmanbey diye geçer.

Acil eylem planı: olası başka saldırılar nedeniyle ve güvenlik endişesi ile şube müdürü şubeyi kapatmaya karar verdi. Şubenin içinde bir kaç müşteri vardı, onların işlemlerini bir an önce bitirip gitmeye çalışıyoruz. İçeriye yeni müşteri almıyoruz ama gelenler durumu bilmelerine ve anlatmamıza rağmen ille de işlemlerini yaptırmak istiyorlar. Onların tarafında da durum farklı tabi...

Her zaman bir banko, bir paravan var siz ve karşınızdakilerle. Bankadan bahsetmiyorum, her yerde. Bankonun diğer yanına geçmeden, diğer tarafı anlamak neredeyse imkansız. Bunu bütünüyle anladığım, algıladığım yerdi bankacılık. Bankacılık bana hep çok sevimsiz görünmüş bir meslekti. Üstüne bir kaç banka deneyimi, sabırsız ve beklemekten haz etmeyen yapım, bir türlü ilerlemeyen kuyruklar, haksız, tuhaf öncelikleri olan sıra numaraları, kabaran, açıklanamayan sinir ve gerginlikler, hep bir şeyleri yetiştirmeye uğraşmalar... Sanki banka çalışanları insan değildi, o kısmı hiç düşünmemiştim. Neyse. Bankada üstüne bir de gişede çalışmaya başladığımda müşteri koltuğunda oturan, sırasında bekleyen ile benim aramdaki o banko görünür oldu. O kadar iyi anlıyordum ki bankonun diğer yanını, çünkü orada bulunmuştum, çünkü aynen orada duran o adam gibi düşünmüştüm. Fakat bu tarafta işler farklıydı, uymak gereken bir çok gerekli prosedür, işin, sistemin aldığı zaman, bir işletme olarak bankanın öncelikleri...
Tıpkı o anda bir çeşit can kaygısı ile şubeyi terketmeye çalışan biz ve işlerini halletmeye çalışan bankonun öbür yanı....

Velhasıl bankadan çıkmayı başardık. Peki ne yapacaktık? Evlere dağılmak istemedik, her an şubeye dönme durumu olabilirdi. Şubeye nispeten yakın oturan arkadaşımız bizi evine davet etti ona gitmekte karar kıldık. Eve varır varmaz elbette ilk işimiz televizyon karşısında olanları takip etmekti. O kadar üzgündük ki.

O kadar üzgündüm, o kadar içimde hissediyordum ki acıyı, ağlamaya başladım. Bu iki terörist saldırıda ölen suçsuz insanlar için ağlıyordum. Evet, saldırılardan biri bizim bankanın genel müdürlüğüne yapılmıştı ama benim genel müdürlükte tanıdığım bir kişi bile yoktu ya da onlara bir bağ hissetmiyordum. Kaldı ki içimdeki yoğunluk, üzüntü her iki patlamayla da ilgiliydi. Bir şey buldum, benim için yeni olan bir şey.

Buna hayat akışının bozulması diyorum. O güne kadar okuduğum, duyduğum, bildiğim pek çok acı olay, durum, haber için üzülmüştüm ama hiç birinde duygu yoğunluğum ağlayacak noktaya gelmemişti. Hatta belki biraz utandım bundan. O anda anladığım; olanlar, ölenler sizin hayatınızı etkilemiyorsa sadece anlık bir ilgi ile geçiştirip hayatınıza geri dönüyorsunuz. Yani şunun gibi;
-Falanca yerde deprem olmuş, şu kadar kişi ölmüş.
-Yapma ya, hımm
-Umarım çok ölen olmaz
-Umarım
-Ne yapıyorsun bu akşam?

Ama olan her neyse sizin hayat akışınızı bozuyorsa? Sizi yaptığınız her neyse alıkoyuyorsa?

Biz o gün normalde yapacağımız işten alıkonulmuş, insanların ölümlerine, ailelerinin üzüntülerine tanıklık etmek işimiz olmuştu. Olanları artık, bize olmuş, bizim yakınlarımıza olmuş gibi izlemeye başlamıştık. - Bu noktada kendi adıma konuşmalıyım. Beraber olduğum diğer sevgili arkadaşlarım için aynı şey geçerli olmayabilir, onlar bu deneyimi daha önce yaşamış olabilirler.-

Ben o gün bankonun diğer tarafına geçmiş, canı acıyan birini gördüğümde o acıyı etimde hissetmeyi öğrenmiştim. O kadar zordur ki başkasının acısını hissetmek! Kolay görünür, sonuçta insanlar benzer şeylere üzülmez mi? Mesela çocuğuna bir şey olmuş annenin feryadı en çok ve ortak kullanılan metafordur. Başkasının acısını anlamak, anlamaya çalışmak benim için insan olmak demek. Yine de görünen o ki bunu başarmaya da talim gerek!




Not : Sinagog patlamaları 15 Kasım'da, HSBC ve İngiliz Konsolosluğu patlamaları 20 Kasım'da olmuştu. Bu patlamalar, Türkiye'de yaşanan en büyük terör olayları olarak anıldı. Patlamalarda çok sayıda insan hayatını kaybetti ve yaralandı. Aşağıda olay ile ilgili gazete linkini bulabilirsiniz.

http://dosyalar.hurriyet.com.tr/almanak2003/news_detail.asp?nid=196&sid=2

Not 2: Söylemeden geçmek istemiyorum. Bu olaydan bir kaç yıl sonra HSBC'de ve İngiliz Konsolosluğunda patlama sırasında çalışan ve patlamalarda ciddi biçimde yaralanan iki dünya tatlısı insanla tanıştım. Onları daha önce tanıyor olsaydım, olay sırasında nasıl bir dehşet içinde olurdum bilemiyorum.










11 Mart 2014 Salı

Bana Hassasiyet Deme!

"Hassasiyetinize sıçayım!"
...

"Hassasiyetinize sıçayım!" geçiyor aklımdan ama ayıp diye yüksek sesle söylemiyorum. Bu haykırış içimde, karanlık ve sonsuz olduğunu tahmin ettiğim bir noktada çınlıyor: "Hassasiyetinize sıçıyııııımmmm!"
...

O kadar çok ve sık duymuşum ki "hassas söz öbeklerini!" "efenim Türk milletinin hassasiyetlerine uygun düşmez", "Halkımızın hassasiyetlerine dokunmuştur, dokunur, dokundu, dokunabilir..." , bir sabah yataktan "Heeeeyyt, yeter ulan, ne menem hassasiyetiniz varmış!"ı bastım ya da onun gibi bir şey.
...

Peki nedir bu hassasiyet? Her olana, olan bitene getirilen açıklamadır efendim. Biri cinnet mi geçirdi, odur. Biri birini kesti, doğradı mı, doğrayanın hassaslığı, neredeyse mütevaziliğidir. Namus cinayeti, gay cinayeti mi, toplumun yumuşak karnıdır. 
...

Peki bu hassasiyet olan biteni açıklarken getirilen bir savunma değil midir? Biraz da değil bayağı bayağı taraf tutmak değil midir? Hassasiyetlerle açıklanan her türlü hadisede, suçlu mağdura çevrilen değil midir?

Hassasiyetlerle açıklananların sonraki adımları "öyle demeyelim, yapmayalım, göstermeyelim de birilerinin o derin algılarını okşamayalım"a geliyor. Yani bir nevi sansür, kendini sansür, düşünceni, varlığını sansür. Aman! Aman! diyerek etrafımızda dolanıp bu tür sansürleri hunharca uygulayanlar da cabası.
...

Yok ya yanlış söyledim, bir gün şöyle uyandım: "İşte bu hassasiyetler hep seks!" Yeterince ya da gönlünce sevişememişlerin böğürtüleri bu hassasiyetler! Ben yapamadım, sen de yapmalar. Hiç "ben" olamayan birinin ya da birilerinin herkesi "herkes gibi" yapma gayreti. 
...

Senin hassasiyetin var diye benim yok sanma seni sabıkalı özgürlük düşmanı!





23 Şubat 2014 Pazar

Uzman Olmayandan Bir Beyin İncelemesi

Pek çok kimsenin aksine beynin çalışma sisteminin muhteşem, inanılmaz, mükemmel olduğundan şüpheliyim. Bendeki şüpheyi doğuran bilimsel bir dayanağım yok, sadece gözlemlerimden ibaret bir söylem bu.

İnsan beyni, onca kapasitesine rağmen tembelliğe eğilimli bir yapıya sahip.
Bir şeyi, bir nesneyi bir kere algıladıktan sonra onu dipsiz bir kuyuya atıp ona ulaşmayı neredeyse imkansız hale getiriyor. Bu nedenle öğrenilene başka yerden bakmak gerçekten çok zor, neredeyse imkansız bir hal alıyor. İşte bu nedenle çocukların nesneleri öğrenirken, onlara farklı yerden bakışları ve algıları ile ifadeleri ve soruları bizi şaşırtır, güleriz, hayret ederiz, aslında işe başka bir taraftan bakılabileceğini de bir yerde kabulleniriz ya da belki de çoğunlukla "çocuk işte!" deyip güler geçeriz.
Tabi bu noktada beynin bir ileri adımı atıp düşünce geliştirebilmesi için bazı sabitleri kabul etmesi gerektiği elbette ortada, işte sanat tam da bu noktada doğmuş olmalı, bir şeye başka açılardan bakabilme becerisi.
Yine de bunun bir tembellik olduğunu görebiliriz. Bir soru soruyorum, tak cevap veriyorsun, düşünmüyorsun. Beyin otomatikleşmeyi sever, bu işleri kolaylaştırır.

Beyin senden benden tutucu, muhafazakar.
Şöyle örnekleyelim, evden işe gidiyorsunuz, yürüyerek ya da arabayla çeşitli alternatifler var. Bir süre her bir yolu deniyorsunuz, sonra hep bir yolu kullanmaya başlıyorsunuz. Beynin yorumlaması buna benziyor. Bir konu hakkında bir süre deneyip sonra bir yoruma ulaşıyor ve ihtiyacı olduğunda hop o açıklamaya hemen ulaşıveriyor. Zaman zaman bellenmiş o açıklamanın, bilginin ötesine geçme imkanı oluyor ama bunun oldukça zor olduğunun kişinin ciddi beyine egzersizlerine ihtiyaç duyduğunu ekleyeyim. Buna en keskin ve açık örneği madde bağımlıları ile verebilirim. Sigarayı bırakmak bu nedenle çoğu kez çok zordur, beyin o patikaya saplanır. "Uzun yaşayacağım da ne olacak?", "Zaten bir gün hepimiz ölmeyecek miyiz?" gibi.

İnsan beyni karmaşaya açıktır.
Kişinin yetişme coğrafyası onun algılarını, kararlarını etkiler, bunu biliyoruz ama buradaki karmaşanın büyüklüğünü örnekleyerek açığa çıkarmak istiyorum. Bitki basittir, suya ve güneşe ihtiyaç duyar. Bu ikisini alırken oransal ihtiyaçlar söz konusudur. Ya beyin? Neye, ne kadar ihtiyacı vardır? Bu bilinse bile ihtiyaçları sağlamak mümkün müdür? Hem birçok olgu ihtiyaç olarak algılanamaz, işin içine kültür diye bir şey girer. Kişi özellikle çocukluğunda maruz kaldıkları ile birey olur ve bu etkiler muazzam farklılıklar gösterir.

İnsan beyni kolaycıdır.
Genelleme yapmaya bayılır. Bir kişi bir şeyi deneyimler, hadi buna erkek arkadaşı tarafından aldatılmış bir kız örneğini verelim. Sonra bu deneyimi yaşamış bir kişi ile karşılaşır. Koca insanlık tarihini ya da mevcut insan sayısını gözardı ederek bir hükümde bulunur: Erkekler hep böyle! Erkeklerin hep böyle olduğunu kabul etmekle birlikte ( :)) işte bu bizim genelleme hastalığımızdır. Bunu o kadar çok yaparız ki, çoğu kez farkında bile olmayız. Tabi beyni de anlamak lazım. Bu kadar karmaşık etkilere maruz kalıp her biri bambaşka olabilen insan güruhunu anlamak için bir yerde bir sınıflama yapmalıdır, bu anlamayı kolaylaştırmanın yoludur. İşte bakın ben bile genellemeyi eleştirirken, bunu genelleme yaparak açıklıyorum. Beynin işi zordur gerçekten.

İnsan beyni çok çabuk etki altında kalır.
Özellikle beynin oluşma, yetişme sürecindeki karmaşaya rağmen kültüre, ortama bağlı olarak tespit edilen bazı düşünce patikaları benzerlik göstermektedir. Yani o belli konu geldi mi, beyin patikasına girer ve aynı cevabı verir. Üzerine pek düşünmez. Pek mi dedim, üzgünüm genelleme yapacağım, "Hiç düşünmez". Beynin bu yapısının acıklı bir tarafı vardır. Bazı kimseler o düşünce kalıplarının benzerliğini keşfederek onları kışkırtmaya, kaşımaya, okşamaya meyil verebilirler. Bu, düşünce kalıpları ya da patikaları, aslında o kişilere zarar veren bir başka yapıya dönüşür, çünkü bu kalıp ve patikalar, onların zayıflıklarıdır. İşte bu nedenle yüzyıl beraber yaşamış insanlar 5-10 sene içinde birbirinin düşmanı haline getirilebilir. Beyin aslında anlamayı kolaylaştırmak ya da tembelliği nedeniyle kalıplar benimserken, kalıplar ona, daha sonra baksa utanacağı işler yaptırır ve ne yazık ki bu işlerin içinden çıkmak da herkese zor gelir.

Sadede gelecek olursak, beynin pek mükemmel olduğuna emin misiniz?


22 Şubat 2014 Cumartesi

Bir Düşün Derim!

Pazarlamayı çok istediğim ancak satmayacağına neredeyse emin olduğum sevgili ürünüm, hayalim ya da hayal ürünüm; Düşünce Koltuğu.

Finansçı ve üstelik oldukça çulsuz bir geçmiş nedeniyle olsa gerek nesnelere veya yaratıcılığa böyle bir pazar ürünü, ne satar be!, ya da cık ondan iş çıkmaz gibi! gibi tuhaf, kapitalist edalarla bir yaklaşımım vardır, inkar edemem. Bir tane adamakıllı bir finansal başarıya imza atmışlığım olmasa da.

Sevgili düşünce koltuğunun satmayacağını düşünmem, kusura bakmayın, "aman siz de düşünür müydünüz!" "Aa, yok canım!" gibi kaba eleştiriler değil asla. Aksine kendini çürüten öteki düşüncenin varlığı. Yani "nerede düşüneceğimi sana mı soracağım kardeşim!" fikri. İki fikre de sahip olunca kendi ürününü daha kendine pazarlayamamış bir ne yaptığını bilmez oluyor insan.

Ama yine de ısrar ediyorum, düşüncenin düşünen yanında. Yani, düşünsene... bir koltuk var ve sen ona sadece düşünmek için oturuyorsun... özellikle bir şey yapmanın, kesinlikle odaklanarak yapılacağının farkındalığı, düşünce gibi seni oradan oraya uçuracak tüm çağrışımlara izin vererek, seni daha çok sen yapacak yeni bir patika keşfi... kendinde, sende, tamamen sana ait.

Bazılarına, özellikle ciddi müzikseverlere tuhaf gelecektir. Benim müzik dinlemeyi öğrenmem zaman aldı biraz. Müziği sevdiğimi iddia etmekle beraber, müzik her zaman ana yemekle servis edilip pek sevilen salata idi benim için, tamamlayıcı, bütünleştirici, hep bir şeyin yanında. Eğer müziği, müzik dinlemeyi böyle ifade edersem müziğe haksızlık etmiş olmaz mıyım? Müzik, ona ayrılacak gerçek zamanı hak etmiyor mu?

Düşünce de tıpkı müzik gibidir. Ona ayrılacak zamana özlemle ihtiyaç duyar. İşte, düşünce koltuğu da sadece düşünmek için oturulan, başka bir etkinliğe kesinlikle izin vermeyen bir koltuktur. Bir işi bir amaçla yapmak bazen işi zorlaştıran bir husus olur, bilen bilir. Amaca yönelik konsantrasyon, oyun sever beynimiz tarafından acilen bozulmaya çalışılır ama bir gayret. Koltukta oturma süreniz uzadıkça hayatınızla ilgili çözümlerinizin artacağını ve yeni bir keyif kazanacağınızı öneriyorum. Denemesi bedava yani. Ürün yeni diye almanız gerekmiyor, bir koltuğa düşünce koltuğu deyiverin yeter ;)