Normal olmayan, alışılmadık uğultumsu bir ses ve banka şubesinin kalın vitrin camlarını titretecek bir sarsıntıya şaşkınlık ile kafamı şube girişine çevirdiğimi hatırlıyorum. Hayır kalın cam yerindeydi ama tuhaf bir şeyler olmuştu. Bundan sonrası çok hızlı gelişti...
Rumeli Caddesi'ndeki HSBC şubesindeyim. Uzunlamasına bir şube; giriş, gişeler, müşteri temsilcileri, müdür odası yan yana sıralanıyor. Ben gişelerdeyim. Sarsıntıyla sola döndürdüğüm başım, bir anda şube müdürünün üst kattan telaşlı gelişiyle sağa çevriliyor. Genel müdürlüğe ulaşamadığını, telefonların yanıt vermediğini söylüyor, sesinde tedirginlik var. O sırada müşteri temsilcilerinin bulunduğu bölümdeki televizyondan HSBC'nin genel müdürlüğünde bir patlama olduğunu öğreniyoruz. Bizim az önce duyduğumuz sarsıntının, Beyoğlundaki İngiliz Konsolosluğunda gerçekleşen aynı zamanlı diğer patlamadan geldiğini ise daha sonra öğreneceğiz.
Bilmeyenler için Rumeli Caddesi, patlama olan iki noktanın, 1.Levent ve Beyoğlu'nun tam ortasında gibidir. Ayrıca biri Beyoğlu biri Osmanbey'de olan Sinagog patlamaları da daha beş gün önce olmuştu. Rumeli Caddesinin bir bölümü de Osmanbey diye geçer.
Acil eylem planı: olası başka saldırılar nedeniyle ve güvenlik endişesi ile şube müdürü şubeyi kapatmaya karar verdi. Şubenin içinde bir kaç müşteri vardı, onların işlemlerini bir an önce bitirip gitmeye çalışıyoruz. İçeriye yeni müşteri almıyoruz ama gelenler durumu bilmelerine ve anlatmamıza rağmen ille de işlemlerini yaptırmak istiyorlar. Onların tarafında da durum farklı tabi...
Her zaman bir banko, bir paravan var siz ve karşınızdakilerle. Bankadan bahsetmiyorum, her yerde. Bankonun diğer yanına geçmeden, diğer tarafı anlamak neredeyse imkansız. Bunu bütünüyle anladığım, algıladığım yerdi bankacılık. Bankacılık bana hep çok sevimsiz görünmüş bir meslekti. Üstüne bir kaç banka deneyimi, sabırsız ve beklemekten haz etmeyen yapım, bir türlü ilerlemeyen kuyruklar, haksız, tuhaf öncelikleri olan sıra numaraları, kabaran, açıklanamayan sinir ve gerginlikler, hep bir şeyleri yetiştirmeye uğraşmalar... Sanki banka çalışanları insan değildi, o kısmı hiç düşünmemiştim. Neyse. Bankada üstüne bir de gişede çalışmaya başladığımda müşteri koltuğunda oturan, sırasında bekleyen ile benim aramdaki o banko görünür oldu. O kadar iyi anlıyordum ki bankonun diğer yanını, çünkü orada bulunmuştum, çünkü aynen orada duran o adam gibi düşünmüştüm. Fakat bu tarafta işler farklıydı, uymak gereken bir çok gerekli prosedür, işin, sistemin aldığı zaman, bir işletme olarak bankanın öncelikleri...
Tıpkı o anda bir çeşit can kaygısı ile şubeyi terketmeye çalışan biz ve işlerini halletmeye çalışan bankonun öbür yanı....
Velhasıl bankadan çıkmayı başardık. Peki ne yapacaktık? Evlere dağılmak istemedik, her an şubeye dönme durumu olabilirdi. Şubeye nispeten yakın oturan arkadaşımız bizi evine davet etti ona gitmekte karar kıldık. Eve varır varmaz elbette ilk işimiz televizyon karşısında olanları takip etmekti. O kadar üzgündük ki.
O kadar üzgündüm, o kadar içimde hissediyordum ki acıyı, ağlamaya başladım. Bu iki terörist saldırıda ölen suçsuz insanlar için ağlıyordum. Evet, saldırılardan biri bizim bankanın genel müdürlüğüne yapılmıştı ama benim genel müdürlükte tanıdığım bir kişi bile yoktu ya da onlara bir bağ hissetmiyordum. Kaldı ki içimdeki yoğunluk, üzüntü her iki patlamayla da ilgiliydi. Bir şey buldum, benim için yeni olan bir şey.
Buna hayat akışının bozulması diyorum. O güne kadar okuduğum, duyduğum, bildiğim pek çok acı olay, durum, haber için üzülmüştüm ama hiç birinde duygu yoğunluğum ağlayacak noktaya gelmemişti. Hatta belki biraz utandım bundan. O anda anladığım; olanlar, ölenler sizin hayatınızı etkilemiyorsa sadece anlık bir ilgi ile geçiştirip hayatınıza geri dönüyorsunuz. Yani şunun gibi;
-Falanca yerde deprem olmuş, şu kadar kişi ölmüş.
-Yapma ya, hımm
-Umarım çok ölen olmaz
-Umarım
-Ne yapıyorsun bu akşam?
Ama olan her neyse sizin hayat akışınızı bozuyorsa? Sizi yaptığınız her neyse alıkoyuyorsa?
Biz o gün normalde yapacağımız işten alıkonulmuş, insanların ölümlerine, ailelerinin üzüntülerine tanıklık etmek işimiz olmuştu. Olanları artık, bize olmuş, bizim yakınlarımıza olmuş gibi izlemeye başlamıştık. - Bu noktada kendi adıma konuşmalıyım. Beraber olduğum diğer sevgili arkadaşlarım için aynı şey geçerli olmayabilir, onlar bu deneyimi daha önce yaşamış olabilirler.-
Ben o gün bankonun diğer tarafına geçmiş, canı acıyan birini gördüğümde o acıyı etimde hissetmeyi öğrenmiştim. O kadar zordur ki başkasının acısını hissetmek! Kolay görünür, sonuçta insanlar benzer şeylere üzülmez mi? Mesela çocuğuna bir şey olmuş annenin feryadı en çok ve ortak kullanılan metafordur. Başkasının acısını anlamak, anlamaya çalışmak benim için insan olmak demek. Yine de görünen o ki bunu başarmaya da talim gerek!
Not : Sinagog patlamaları 15 Kasım'da, HSBC ve İngiliz Konsolosluğu patlamaları 20 Kasım'da olmuştu. Bu patlamalar, Türkiye'de yaşanan en büyük terör olayları olarak anıldı. Patlamalarda çok sayıda insan hayatını kaybetti ve yaralandı. Aşağıda olay ile ilgili gazete linkini bulabilirsiniz.
http://dosyalar.hurriyet.com.tr/almanak2003/news_detail.asp?nid=196&sid=2
Not 2: Söylemeden geçmek istemiyorum. Bu olaydan bir kaç yıl sonra HSBC'de ve İngiliz Konsolosluğunda patlama sırasında çalışan ve patlamalarda ciddi biçimde yaralanan iki dünya tatlısı insanla tanıştım. Onları daha önce tanıyor olsaydım, olay sırasında nasıl bir dehşet içinde olurdum bilemiyorum.
anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
14 Mart 2014 Cuma
19 Nisan 2012 Perşembe
Yeni Zelanda'nın en ilgi çekici meslek grubu
Hava ışıl ışıl... Bu güzel sonbahar gününde, kendimi hızla dışarı atıyorum. Niyetim Auckland'ın kuzey merkezi Takapuna sahiline gitmek. Şehrin merkezinde tertemiz sahiller bulmak harika. Takapuna'ya ulaşmak için şehir merkezinden yaklaşık 20 dakikalık bir otobüs yolculuğu yapmalıyım.
Durakta bekliyorum ve otobüs geliyor. Şoförü gördüğümde ilk tepkim gülümseme, aklımdan da "sizi seviyorum" demek geçiyor. Otobüs şoförümüz, biraz kilolu ve koltuğunu tam anlamıyla kaplıyor ama ilk göze çarpan şu; sapsarı ve kıvırcık ve neredeyse beline kadar uzun saçlarını tarayıp iyice kabartmış, sonra onları ikiye ayırmış, yüzünün iki yanından akan iki şelale, sonra minicik dudaklarına sürdüğü kırmızı ruj ve masum mavi bakışlarıyla 45 yaşlarında bir teyze... şimdi gel de sevme bu tatlı kadını... herkese tek tek yardımcı oluyor şoförümüz, yolcular yerlerini alıyor ve yola çıkıyoruz.
Giderken aklımdan bir bir "otobüs şoföründen etkilenme" anlarım geçiyor. O anda anlıyorum ki bu anlar hiç de az değil...
Esmer tenli ve sarı saçlı ablamız saçlarının peruk olduğunun anlaşılması umrunda bile olmadan ustalıkla kullanıyor otobüsünü...
Beyaz saçları ve sakalları birbirine karışmış kulağında küpesi yaşı hayli ilerlemiş ama dinç görüntüsü ile insana güven veren otobüs şoförümüz...
Çok zayıf yapılı beyaz tenli, altında kısacık şortu ve dizine kadar çektiği beyaz çorapları ve başındaki kovboy şapkasıyla yolcuları ile özenle ilgilenen şoförümüz...
Bir gün havaalanına gidiyoruz geç vakit... Arkadaşımız gelmiş uzaklardan onu karşılayacağız... Toplasan beş yolcuyuz... Otobüse binişimiz ardından şoför ışıkları kapattı ve müzik... Alana gidene kadar müzik ziyafeti çekti bize... Öyle keyifle yolculuk yapmıştık ki, uzaklardan gelen ve bu ülke hakkında ona ilk fikri verecek otobüsü kaçırmasına üzüldük ama şanslıydık, dönüşte aynı şoföre denk geldik ve geceye müzikle devam etmemizi sağlayan bu şoföre minnet duyduk.
Yol sorduğum ve bana yardımcı olmak istediği için öne oturmamı rica eden benimle sohbet ederken bir yandan da kendi alanında duyabildiği müziğe ıslığıyla eşlik eden kısaca kendi kişiliğiyle işini iyi yapan sevgili otobüs şoförünü de unutmamalıyım...
Buranın yerli halkı Maori'lerin oldukça belirgin bir fiziksel yapıları var... kadını erkeği oldukça kilolu, ancak çoğunlukla şişman bir görünümden ziyade kalıplı diyebileceğimiz iri bir yapıya sahipler... Esmer tenliler ve harika bir dövme gelenekleri var. Yapımının nasıl olduğunu duyduğumda biraz irkilmiş olsam da muhteşem desenleri olduğunu belirtmeliyim. Son yıllarda kamu işinde çalışanların dövme yaptırması serbest bırakılmış. Kolu boydan boya dövmeli ya da yüzünde dövme olan bir otobüs şoförü ile burada karşılaşabilirsiniz.
Yeni Zelanda bir çok İngiliz kaynaklı ülke gibi diğer ülkelerden pek çok göçmen barındırıyor. Bu da renge renk katıyor elbet... Buraya her gelen kendi kültürünü, elbisesini, dinini, geleneğini getiriyor. Göçmenlere kendi kültürlerini yaşamakta büyük sınırlar getirilmemesi de bunları normal yaşamın içinde görmenize ve kolaylıkla benimsemenize neden oluyor. Burada en büyük göçmen grubu Çinliler, ardından da Hindular geliyor. Otobüs şoförü koltuğunda Çinli bir amca ya da bir Hindu görebilirsiniz.
Belirtmeliyim, burada görevlilere bir şey sorduğunuzda size gerçekten yardımcı oluyorlar. Bilmedikleri bir konuysa bilene yönlendirmeye çalışıyorlar. Bu sadece otobüslerle sınırlı da değil. Bir de çok güzel bir gelenekleri var. "Teşekkür etmek". Otobüse binerken çoğunlukla evine misafir kabul eden bir ev sahibi ile karşılaşıyorsunuz, size "hoş geldin" gülümsemesini sunuyor, siz de selamınızı veriyorsunuz, inerken de teşekkür ediyorsunuz.
Bu genel saygı ama her şeye, herkese olan olan saygı beni mutlu ediyor. Bunlar etrafında olurken insan daha çok insan oluyor.
Belki bu sadece benim penceremden görebildiğimdir ama yine de iddia ediyorum, bu ülkenin en ilgi çekici meslek grubu "otobüs şoförleri"
Sevgi İkinci
Durakta bekliyorum ve otobüs geliyor. Şoförü gördüğümde ilk tepkim gülümseme, aklımdan da "sizi seviyorum" demek geçiyor. Otobüs şoförümüz, biraz kilolu ve koltuğunu tam anlamıyla kaplıyor ama ilk göze çarpan şu; sapsarı ve kıvırcık ve neredeyse beline kadar uzun saçlarını tarayıp iyice kabartmış, sonra onları ikiye ayırmış, yüzünün iki yanından akan iki şelale, sonra minicik dudaklarına sürdüğü kırmızı ruj ve masum mavi bakışlarıyla 45 yaşlarında bir teyze... şimdi gel de sevme bu tatlı kadını... herkese tek tek yardımcı oluyor şoförümüz, yolcular yerlerini alıyor ve yola çıkıyoruz.
Giderken aklımdan bir bir "otobüs şoföründen etkilenme" anlarım geçiyor. O anda anlıyorum ki bu anlar hiç de az değil...
Esmer tenli ve sarı saçlı ablamız saçlarının peruk olduğunun anlaşılması umrunda bile olmadan ustalıkla kullanıyor otobüsünü...
Beyaz saçları ve sakalları birbirine karışmış kulağında küpesi yaşı hayli ilerlemiş ama dinç görüntüsü ile insana güven veren otobüs şoförümüz...
Çok zayıf yapılı beyaz tenli, altında kısacık şortu ve dizine kadar çektiği beyaz çorapları ve başındaki kovboy şapkasıyla yolcuları ile özenle ilgilenen şoförümüz...
Bir gün havaalanına gidiyoruz geç vakit... Arkadaşımız gelmiş uzaklardan onu karşılayacağız... Toplasan beş yolcuyuz... Otobüse binişimiz ardından şoför ışıkları kapattı ve müzik... Alana gidene kadar müzik ziyafeti çekti bize... Öyle keyifle yolculuk yapmıştık ki, uzaklardan gelen ve bu ülke hakkında ona ilk fikri verecek otobüsü kaçırmasına üzüldük ama şanslıydık, dönüşte aynı şoföre denk geldik ve geceye müzikle devam etmemizi sağlayan bu şoföre minnet duyduk.
Yol sorduğum ve bana yardımcı olmak istediği için öne oturmamı rica eden benimle sohbet ederken bir yandan da kendi alanında duyabildiği müziğe ıslığıyla eşlik eden kısaca kendi kişiliğiyle işini iyi yapan sevgili otobüs şoförünü de unutmamalıyım...
Buranın yerli halkı Maori'lerin oldukça belirgin bir fiziksel yapıları var... kadını erkeği oldukça kilolu, ancak çoğunlukla şişman bir görünümden ziyade kalıplı diyebileceğimiz iri bir yapıya sahipler... Esmer tenliler ve harika bir dövme gelenekleri var. Yapımının nasıl olduğunu duyduğumda biraz irkilmiş olsam da muhteşem desenleri olduğunu belirtmeliyim. Son yıllarda kamu işinde çalışanların dövme yaptırması serbest bırakılmış. Kolu boydan boya dövmeli ya da yüzünde dövme olan bir otobüs şoförü ile burada karşılaşabilirsiniz.
Yeni Zelanda bir çok İngiliz kaynaklı ülke gibi diğer ülkelerden pek çok göçmen barındırıyor. Bu da renge renk katıyor elbet... Buraya her gelen kendi kültürünü, elbisesini, dinini, geleneğini getiriyor. Göçmenlere kendi kültürlerini yaşamakta büyük sınırlar getirilmemesi de bunları normal yaşamın içinde görmenize ve kolaylıkla benimsemenize neden oluyor. Burada en büyük göçmen grubu Çinliler, ardından da Hindular geliyor. Otobüs şoförü koltuğunda Çinli bir amca ya da bir Hindu görebilirsiniz.
Belirtmeliyim, burada görevlilere bir şey sorduğunuzda size gerçekten yardımcı oluyorlar. Bilmedikleri bir konuysa bilene yönlendirmeye çalışıyorlar. Bu sadece otobüslerle sınırlı da değil. Bir de çok güzel bir gelenekleri var. "Teşekkür etmek". Otobüse binerken çoğunlukla evine misafir kabul eden bir ev sahibi ile karşılaşıyorsunuz, size "hoş geldin" gülümsemesini sunuyor, siz de selamınızı veriyorsunuz, inerken de teşekkür ediyorsunuz.
Bu genel saygı ama her şeye, herkese olan olan saygı beni mutlu ediyor. Bunlar etrafında olurken insan daha çok insan oluyor.
Belki bu sadece benim penceremden görebildiğimdir ama yine de iddia ediyorum, bu ülkenin en ilgi çekici meslek grubu "otobüs şoförleri"
Sevgi İkinci
18 Nisan 2012 Çarşamba
Bungy-Jumping Ve...
Annem haklıydı: Bunu çok sonra anladım tabi.
Küçüktük, çok küçüktük, Selma vardı,
okuldan arkadaşım. Bize gelmişti, annem hiç mi hiç sevmemişti onu. Arkadaş
olmamızdan hoşlanmamış ve en azından benim onların evine gitmeme engel
koyabilmişti. O bize gelebilirdi ama hiç gelmese de iyiydi.
Bir apartmanın dördüncü katında
oturuyoruz, o küçük kasabanın yeni binalarından, üç odalı ünvanlı olup
şekilsiz, ancak bizim oyunlarımızın sığabildiği balkonları olan... Balkonlar
yarıya kadar duvar, yarıdan sonrası demir parmaklık...
Bir gün bize geliyor Selma. Annem evde
yok, sadece ben ve benden 2 yaş küçük
kız kardeşim. Oyunlar oynamış olmalıyız beraber, mutlaka öyle olmalı. Sonra
değişik bir oyun öneriyor Selma bize, önce kendi oynuyor... Balkonun demir
parmaklıklarından dışarı çıkıyor, tüm vücuduyla, ayakları balkonun
dışından balkon duvarının üzerinde,
elleri demir parmaklıklara tutunmuş... Rüzgarda dalgalanıyor sanki Selma...
Elleri ve ayaklarıyla bağlı, sıkı sıkıya tutunmuş, gövdesini havalandırıyor
sadece, sadece meydan okuyor...
Yıllar sonra...
Bungy Jumping...
"Mutlaka yapılmalı" listeme almışım
ama çılgınlar gibi korkuyorum... Üstüne son yıllarda gelişen yükseklik korkusu
gelmiş, başım dönüyor yükseklerde... Yeni Zelanda'ya kadar gelmişsen bu ülkenin
en popüler aktivitesini de yapacaksın, değil mi ya? Bu gel-gitteyim...
"Tamam yani buradayım elbet bir gün
atlayacağım", derken...
Demet, Bülent ve ben Rotorua'dayız,
ertesi gün planı Taupo'ya gitmek. Demet diyor ki, "Arkadaşlar hep Bungy-Jumping'i
hep Taupo'da yapıyorlar. Fotoğraflarını gördüm, çok güzel, Kuzey adanın da en
iyi Bungy-Jumping alanıymış.
Çok sevdiğim bir arkadaşım bungy benzeri
bir atlayışı zaten yapmış olduğumu iletmişti,Yeni Zelanda'ya gelerek...
Neredeyse Türkiye'ye en uzak ülkeye, sevgili ailemi, çok sevdiğim
arkadaşlarımı, işimi, düzenimi bırakarak gelmek," bungy" olabilir mi?
Bungy yapılacak alana geldik, sevgili
Demet ve Bülent ile... O kadar güzel bir yere kurulmuş ki alan... Atlayacağımız
platform 47 metre yüksekte... Taupo Gölü'nden kaynak bulup Pasifik'e dökülen
Yeni Zelanda'nın en uzun nehri Waikato River, dirsek yapmış, bu 47 metrelik
uçurumun altında... Etraf koyu yeşil renklerde... suyun rengi bile... O kadar etkileyici bir
güzellik ki... Bir de korku olmasa...
Bir gece önceden beri ben nasıl
atlayacağımı düşünüyorum, içim ürperiyor. Demet kesin kararlı, ben "Biraz
daha düşüneyim", diyorum. Bülent de, "Hiç aklımda yoktu ama gelmişken
ben de mi atlasam", sorusuyla meşgul.
Sonunda Bülent "Ben de" dedi.
Çok yüksek bir yerden atlamak...
korkular... yaşın getirdikleri... korku... öğrenilmiş bir duygu, deneyle
sabit... bunu bunca hissetmek... her gün birşeyler daha çok korkutuyor...
korktukça korkuyor, korkmaktan sıkılıyorum, bir kıskacın içinde hissediyorum,
alan gün be gün daralıyor, artık nefes alamıyorum, ben bunalıyorum, sen
bunalıyorsun, çıkış bulamıyoruz, off...
Bir anda ışık yandı, aydınlığın
gülümseyen suratı... tabi ya... hayatı ciddiye almaktan, kendini fazla
önemsemekten oluyor bunlar... dayatılıyor sana yaşam... "en" olmaya
zorlanıyorsun... en başarılı... en çalışkan... en zeki... en güçlü... kocaman
bir "en" yarışı... yarışın yalnızlığı... bazı işleri kotarıyor,
bazılarını beceremiyorsun... beceremeyince kendini eksik hissediyor,
başardığında onu kaybetmekten korkuyorsun... sonuçta sana, işine, yaptıklarına
bir saygı var... kısaca kendini bir şey zannediyorsun... işler illaki bu yolla
ilerlemek zorunda değil... bazen ananın seni çok sevmesi bile senin kendini
dünyanın en önemli kişisi sanmana neden olabilir... bu da olması gereken
belki... sevdiklerimizle dünyanın en önemli kişisi olsak ve aslında bilsek hiç
de öyle olmadığımızı... daha az zahmet, daha az yarış, daha az kırgınlık...
nesin ki? dünyada bir zerreden ibaret... doğumla ölüm arasındasın diye
okumaktasın bu sözleri... yarın yoksun... gerçek bu... korkular... yersiz... bi
de ne ki korktuğun? az sonranı bilmeden yaşıyorsun....
"Ben de" dedim bi anda...
İsimlerimiz kaydedildi. Sağlık
problemimiz olup olmadığı soruldu. Kilolarımız ölçüldü ve koyunlar gibi atlamak
üzere sıraya girdik. Doğa muhteşem güzellikte ama biz heyecanın etkisine
girmişiz çoktan... İki görevli, atlayacakları hazırlamak üzere en fazla iki
kişiyi platformun uç kısmına alıyorlar. Bülent ve Demet önce girdiler uç
bölüme... Bülent bir anda ilk atlayacak olanın kendi olduğunu fark etti,
gülerek... ayakları bağlandı, göğüslüğü takıldı. Ben de kapıda bekliyor,
heyecanla takip ediyorum olanları... Görevlilere sordum, ne sıklıkla
atladıklarını... Erkek olan "I'm a chicken" diye yanıtladı. Hiç
atlamamış. Kadın ise 80'in üzerinde atlayışı olduğunu, en son bir sakatlık
geçirdikten sonra artık atlamadığını iletti. Heyecanı dindirmek için sorulan
sorular tamamen boşaydı.
Bülent'in hazırlığı bitti. Ayağına bağlı
ağır iple platformun tam kıyısına getirildi. Görevliler için her şey çok kolay
1-2-3 diyorlar ve kendini hemen, öyle aşağı bırakman gerekiyor. Bülent ilk
sayımda atlamadı. Onu yüreklendirmeye çalışan ise tavuk gibi korkan görevli...
ironi... İkincide artık Bülent büyük bir cesaretle bıraktı kendini aşağı...
Çığlığı çok güzeldi... kesintisiz aşağıya inene kadar yükselip alçalmayan bir
çığlık...
Eee sıra Demet'in... Bir anda fark ettik
ki benim yüreklendirilmeye ihtiyacım var. Yer değiştirdik... ben ikinci olarak
atlayacağım... hazırlanıyorum ama o atlama anı gözümde büyüyor... Uyardılar...
Çeneyi göğsüne bastırarak atlamamızı istediler... Aslında atlamak değil,
kendini aşağı bırakmak... ben kendi kendime talim yapıyorum, çabam heyecanımı
bastırmak...belki de öyle daha çok belli oluyor...
İpimin çekildiği an... aşağı süzülme
zamanı... ip çok ağır, kıyıya yanaşıyorum ip daha çok aşağı çekiyor... güçlüyüm
kıyıda duruyorum. Görevli kameraya merhaba de diyor, bakıyorum ve hızla
çeviriyorum kafamı... hemen sayıyor 1-2-3... hayır atlayamıyorum... yeniden
1-2-3 yine atlayamıyorum... yardım ister misin diye soruyor... önce hayır,
sonra evet diyorum... sadece küçük bir dokunuşa ihtiyacım var... Bir yandan
Demet "atla, nolucak, atla gitsin" diyerek sözel destek veriyor... ve
o dokunuş bana varana dek ben atlıyorum... Üzgünüm gözlerimi kapattım... sadece
atlarken olsa da... toplam süre çok kısa... saniye önemli... zor kısım atlamak, sonrası gondola binmek ya
da dönmedolapta oturmanın bir başka ve belki biraz daha hızlı şekli...
Bungy üzerine felsefe yapılacak bir şey
değil aslında... sadece korkumun kaynağının kendimi önemsemek olduğunu fark
etmek, hoşuma gitmedi. Meydan okumak istedim kendime... çok zordu...
ama atladım...
"Selmaaaaaaaaaaaaa" diye.
Yaşam sonuna dek yaşanmaya değer yalnızca... korkuyla kaybedecek vakit yok....
Sevgi İkinci
Kaydol:
Yorumlar (Atom)

