deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mart 2014 Salı

Bana Hassasiyet Deme!

"Hassasiyetinize sıçayım!"
...

"Hassasiyetinize sıçayım!" geçiyor aklımdan ama ayıp diye yüksek sesle söylemiyorum. Bu haykırış içimde, karanlık ve sonsuz olduğunu tahmin ettiğim bir noktada çınlıyor: "Hassasiyetinize sıçıyııııımmmm!"
...

O kadar çok ve sık duymuşum ki "hassas söz öbeklerini!" "efenim Türk milletinin hassasiyetlerine uygun düşmez", "Halkımızın hassasiyetlerine dokunmuştur, dokunur, dokundu, dokunabilir..." , bir sabah yataktan "Heeeeyyt, yeter ulan, ne menem hassasiyetiniz varmış!"ı bastım ya da onun gibi bir şey.
...

Peki nedir bu hassasiyet? Her olana, olan bitene getirilen açıklamadır efendim. Biri cinnet mi geçirdi, odur. Biri birini kesti, doğradı mı, doğrayanın hassaslığı, neredeyse mütevaziliğidir. Namus cinayeti, gay cinayeti mi, toplumun yumuşak karnıdır. 
...

Peki bu hassasiyet olan biteni açıklarken getirilen bir savunma değil midir? Biraz da değil bayağı bayağı taraf tutmak değil midir? Hassasiyetlerle açıklanan her türlü hadisede, suçlu mağdura çevrilen değil midir?

Hassasiyetlerle açıklananların sonraki adımları "öyle demeyelim, yapmayalım, göstermeyelim de birilerinin o derin algılarını okşamayalım"a geliyor. Yani bir nevi sansür, kendini sansür, düşünceni, varlığını sansür. Aman! Aman! diyerek etrafımızda dolanıp bu tür sansürleri hunharca uygulayanlar da cabası.
...

Yok ya yanlış söyledim, bir gün şöyle uyandım: "İşte bu hassasiyetler hep seks!" Yeterince ya da gönlünce sevişememişlerin böğürtüleri bu hassasiyetler! Ben yapamadım, sen de yapmalar. Hiç "ben" olamayan birinin ya da birilerinin herkesi "herkes gibi" yapma gayreti. 
...

Senin hassasiyetin var diye benim yok sanma seni sabıkalı özgürlük düşmanı!





23 Şubat 2014 Pazar

Uzman Olmayandan Bir Beyin İncelemesi

Pek çok kimsenin aksine beynin çalışma sisteminin muhteşem, inanılmaz, mükemmel olduğundan şüpheliyim. Bendeki şüpheyi doğuran bilimsel bir dayanağım yok, sadece gözlemlerimden ibaret bir söylem bu.

İnsan beyni, onca kapasitesine rağmen tembelliğe eğilimli bir yapıya sahip.
Bir şeyi, bir nesneyi bir kere algıladıktan sonra onu dipsiz bir kuyuya atıp ona ulaşmayı neredeyse imkansız hale getiriyor. Bu nedenle öğrenilene başka yerden bakmak gerçekten çok zor, neredeyse imkansız bir hal alıyor. İşte bu nedenle çocukların nesneleri öğrenirken, onlara farklı yerden bakışları ve algıları ile ifadeleri ve soruları bizi şaşırtır, güleriz, hayret ederiz, aslında işe başka bir taraftan bakılabileceğini de bir yerde kabulleniriz ya da belki de çoğunlukla "çocuk işte!" deyip güler geçeriz.
Tabi bu noktada beynin bir ileri adımı atıp düşünce geliştirebilmesi için bazı sabitleri kabul etmesi gerektiği elbette ortada, işte sanat tam da bu noktada doğmuş olmalı, bir şeye başka açılardan bakabilme becerisi.
Yine de bunun bir tembellik olduğunu görebiliriz. Bir soru soruyorum, tak cevap veriyorsun, düşünmüyorsun. Beyin otomatikleşmeyi sever, bu işleri kolaylaştırır.

Beyin senden benden tutucu, muhafazakar.
Şöyle örnekleyelim, evden işe gidiyorsunuz, yürüyerek ya da arabayla çeşitli alternatifler var. Bir süre her bir yolu deniyorsunuz, sonra hep bir yolu kullanmaya başlıyorsunuz. Beynin yorumlaması buna benziyor. Bir konu hakkında bir süre deneyip sonra bir yoruma ulaşıyor ve ihtiyacı olduğunda hop o açıklamaya hemen ulaşıveriyor. Zaman zaman bellenmiş o açıklamanın, bilginin ötesine geçme imkanı oluyor ama bunun oldukça zor olduğunun kişinin ciddi beyine egzersizlerine ihtiyaç duyduğunu ekleyeyim. Buna en keskin ve açık örneği madde bağımlıları ile verebilirim. Sigarayı bırakmak bu nedenle çoğu kez çok zordur, beyin o patikaya saplanır. "Uzun yaşayacağım da ne olacak?", "Zaten bir gün hepimiz ölmeyecek miyiz?" gibi.

İnsan beyni karmaşaya açıktır.
Kişinin yetişme coğrafyası onun algılarını, kararlarını etkiler, bunu biliyoruz ama buradaki karmaşanın büyüklüğünü örnekleyerek açığa çıkarmak istiyorum. Bitki basittir, suya ve güneşe ihtiyaç duyar. Bu ikisini alırken oransal ihtiyaçlar söz konusudur. Ya beyin? Neye, ne kadar ihtiyacı vardır? Bu bilinse bile ihtiyaçları sağlamak mümkün müdür? Hem birçok olgu ihtiyaç olarak algılanamaz, işin içine kültür diye bir şey girer. Kişi özellikle çocukluğunda maruz kaldıkları ile birey olur ve bu etkiler muazzam farklılıklar gösterir.

İnsan beyni kolaycıdır.
Genelleme yapmaya bayılır. Bir kişi bir şeyi deneyimler, hadi buna erkek arkadaşı tarafından aldatılmış bir kız örneğini verelim. Sonra bu deneyimi yaşamış bir kişi ile karşılaşır. Koca insanlık tarihini ya da mevcut insan sayısını gözardı ederek bir hükümde bulunur: Erkekler hep böyle! Erkeklerin hep böyle olduğunu kabul etmekle birlikte ( :)) işte bu bizim genelleme hastalığımızdır. Bunu o kadar çok yaparız ki, çoğu kez farkında bile olmayız. Tabi beyni de anlamak lazım. Bu kadar karmaşık etkilere maruz kalıp her biri bambaşka olabilen insan güruhunu anlamak için bir yerde bir sınıflama yapmalıdır, bu anlamayı kolaylaştırmanın yoludur. İşte bakın ben bile genellemeyi eleştirirken, bunu genelleme yaparak açıklıyorum. Beynin işi zordur gerçekten.

İnsan beyni çok çabuk etki altında kalır.
Özellikle beynin oluşma, yetişme sürecindeki karmaşaya rağmen kültüre, ortama bağlı olarak tespit edilen bazı düşünce patikaları benzerlik göstermektedir. Yani o belli konu geldi mi, beyin patikasına girer ve aynı cevabı verir. Üzerine pek düşünmez. Pek mi dedim, üzgünüm genelleme yapacağım, "Hiç düşünmez". Beynin bu yapısının acıklı bir tarafı vardır. Bazı kimseler o düşünce kalıplarının benzerliğini keşfederek onları kışkırtmaya, kaşımaya, okşamaya meyil verebilirler. Bu, düşünce kalıpları ya da patikaları, aslında o kişilere zarar veren bir başka yapıya dönüşür, çünkü bu kalıp ve patikalar, onların zayıflıklarıdır. İşte bu nedenle yüzyıl beraber yaşamış insanlar 5-10 sene içinde birbirinin düşmanı haline getirilebilir. Beyin aslında anlamayı kolaylaştırmak ya da tembelliği nedeniyle kalıplar benimserken, kalıplar ona, daha sonra baksa utanacağı işler yaptırır ve ne yazık ki bu işlerin içinden çıkmak da herkese zor gelir.

Sadede gelecek olursak, beynin pek mükemmel olduğuna emin misiniz?


22 Şubat 2014 Cumartesi

Bir Düşün Derim!

Pazarlamayı çok istediğim ancak satmayacağına neredeyse emin olduğum sevgili ürünüm, hayalim ya da hayal ürünüm; Düşünce Koltuğu.

Finansçı ve üstelik oldukça çulsuz bir geçmiş nedeniyle olsa gerek nesnelere veya yaratıcılığa böyle bir pazar ürünü, ne satar be!, ya da cık ondan iş çıkmaz gibi! gibi tuhaf, kapitalist edalarla bir yaklaşımım vardır, inkar edemem. Bir tane adamakıllı bir finansal başarıya imza atmışlığım olmasa da.

Sevgili düşünce koltuğunun satmayacağını düşünmem, kusura bakmayın, "aman siz de düşünür müydünüz!" "Aa, yok canım!" gibi kaba eleştiriler değil asla. Aksine kendini çürüten öteki düşüncenin varlığı. Yani "nerede düşüneceğimi sana mı soracağım kardeşim!" fikri. İki fikre de sahip olunca kendi ürününü daha kendine pazarlayamamış bir ne yaptığını bilmez oluyor insan.

Ama yine de ısrar ediyorum, düşüncenin düşünen yanında. Yani, düşünsene... bir koltuk var ve sen ona sadece düşünmek için oturuyorsun... özellikle bir şey yapmanın, kesinlikle odaklanarak yapılacağının farkındalığı, düşünce gibi seni oradan oraya uçuracak tüm çağrışımlara izin vererek, seni daha çok sen yapacak yeni bir patika keşfi... kendinde, sende, tamamen sana ait.

Bazılarına, özellikle ciddi müzikseverlere tuhaf gelecektir. Benim müzik dinlemeyi öğrenmem zaman aldı biraz. Müziği sevdiğimi iddia etmekle beraber, müzik her zaman ana yemekle servis edilip pek sevilen salata idi benim için, tamamlayıcı, bütünleştirici, hep bir şeyin yanında. Eğer müziği, müzik dinlemeyi böyle ifade edersem müziğe haksızlık etmiş olmaz mıyım? Müzik, ona ayrılacak gerçek zamanı hak etmiyor mu?

Düşünce de tıpkı müzik gibidir. Ona ayrılacak zamana özlemle ihtiyaç duyar. İşte, düşünce koltuğu da sadece düşünmek için oturulan, başka bir etkinliğe kesinlikle izin vermeyen bir koltuktur. Bir işi bir amaçla yapmak bazen işi zorlaştıran bir husus olur, bilen bilir. Amaca yönelik konsantrasyon, oyun sever beynimiz tarafından acilen bozulmaya çalışılır ama bir gayret. Koltukta oturma süreniz uzadıkça hayatınızla ilgili çözümlerinizin artacağını ve yeni bir keyif kazanacağınızı öneriyorum. Denemesi bedava yani. Ürün yeni diye almanız gerekmiyor, bir koltuğa düşünce koltuğu deyiverin yeter ;)


20 Nisan 2012 Cuma

Turuncu Toplar ve Çapraz Geçiş

Otobüs şoförlerinden başlamışken anlatmaya, biraz da trafik, yayalar ve yolcu taşımacılığından bahsetmek istiyorum.

Auckland'a geldiğimde şikayet konularımın başında otobüs ulaşımı geliyordu. Böylesine gelişmiş görünen bir ülkede metro sistemi olmamasını şaşırtıcı buldum, insana ve ihtiyaçlarına öncelik verdikleri çok belli olan bu ülkede otobüs saatleri pek seyrek ve erkenden sonlanıyor, otobüs dışındaki tek alternatif ise sadece taksi... Taksi de otobüs de oldukça pahalı... Kısa bir süre sonra bu yadırgayan tavrımın İstanbul'dan gelmem nedeniyle olduğunu anladım tabi; nasıldır İstanbul... beş dakikada bir otobüsler, o yoksa dolmuş, taksi dolmuş, metro, metrobüs, vapur, feribot, motor...

Auckland by Sevgi İkinci

Türkiye'nin en büyük şehri İstanbul'da belki de 20 milyonu aşkın kişi yaşıyor, New Zealand'ın en büyük şehrinde 1,5 milyon. Yeni Zelanda'nın toplam nüfusu ise sadece 4,5 milyon. Farklı olan sadece nüfus yapısı değil, yerleşim de bizimkine hiç benzemiyor. Burada küçük şehir merkezinde yaşam alanı olarak kullanılan gökdelenler var. Bu gökdelenler sayılıdır, halkın çoğunluğu bahçeli, müstakil evlerde yaşıyor. Apartman diyebileceğiniz yapılar, müstakil evlere oldukça benziyor, diğer evlere uyumlu bir şekilde dizayn edilmiş, en fazla üç katlı, yanyana dizilmiş evler gibi diyebiliriz. Tabi böyle olunca oturulan mahalleler çok geniş bir alana yayılıyor ve ulaşım da kişisel araçlarla sağlanıyor. Uzakdoğunun ikinci el araçlarının ülkeye girişi gümrüksüz ve bu da fiyatları aşağı çektiğinden kullanabileceğiniz düzgün bir aracı 2-3bin Yeni Zelanda Dolarına edinebiliyorsunuz. Sürücü belgesi 15 yaş itibariyle alınabiliyor. Her evde 2-3 araç olması normal karşılanıyor.
Bu bilgilerin ve gözlemlerin ardından otobüslerin neredeyse sadece kamu hizmeti için var olduğunu görüyorsunuz, çünkü bilet pahalı olsa da bazı hatlar 2-3 yolcu için hareket edebiliyor. Metro yapılmaması, zarar edeceğinden korkulmasından olabilir...

Otobüs ücretleri 1,80 Nzd'den başlıyor. Şehir, stage denilen bölgelere ayrılmış ve ücret buna göre ödeniyor. Yaklaşık 30-40 dakika yolculuk yapılan alan 3.stage'e denk geliyor. 3.stage ücreti 4,5 Nzd ile oldukça yüksek bir meblağ. İlk 6 ayımda homestay'de, yani bir Kiwi aile --Yeni Zelandalılar kendilerine Kiwi diyor, bu isim Kiwi adlı uçamayan, kör Yeni Zelanda'ya özgü kuştan esinleniyor-- ile beraber yaşadım, şehrin dışında şirin bahçeli bir evde. Bu dönemde şehirde yaşamanın hayalini kurdum. Şehre taşındığımda da gördüm ki şehirde yaşayanların neredeyse tamamı benim gibi öğrenci ya da buralı olmayan kimseler.

Bu bilgilerden sonra yazıya başlığını veren turuncu toplara ve çapraz geçişe gelelim. Bu iki uygulama da insana öncelik verdiğinden sevdiğim, ilgimi çeken ve Türkiye'de uygulanmayan ve bu nedenle de daha önce bilmediğim trafik kuralları.

Turuncu toplar, yaya geçitlerinin iki başında bulunuyor, bazıları yanan turuncu ışıklar şeklinde, özellikle gece yoğun olan bölgelerde lamba olanlar tercih edilmiş, bazı yerlerde de tabela şeklinde uygulanmış. Anlamı şu; aracı ile hareket eden kişi turuncu toplu alanın yakınında bir kişi görürse yavaşlamak, durmak ve kişi karşıdan karşıya geçecekse geçişi beklemek zorunda. Trafik aslında çok büyük değişiklik göstermiyor, turuncu topu olmasa da Türkiye'de de, sürücü eğitimlerinde de söylendiği gibi yaya geçidinin manası aynıdır ancak uygulayan bir kişi bile yoktur. Belki buradaki en belirgin fark, trafik kurallarının uygulanıyor olması.

Çapraz geçiş ise biraz farklı. Bu uygulama Türkiye'de yok ama uygulandığı başka ülkeler varmış. Auckland'ın en büyük ve merkezi caddesi Queen Street. Cadde bir çok yerden yollarla kesiliyor ve dörtyollar oluşuyor. İşte bu dörtyol noktalarında yayalar için yeşil ışık her yön için aynı anda yanıyor ve istediğiniz tarafa yaya olarak geçebiliyorsunuz, çapraz bile. Bu uygulama büyük caddeler ve yayanın çok olduğu merkezi noktalarda uygulanıyor her trafik ışığı bu şekilde değil. Bu uygulamanın yapıldığı noktalarda araçlar yol alabilmek için yayalara iki kez yeşil ışık yanmasını beklemek durumunda, bu nedenle de bu yollara girmek araçlar için pek hoş değil. Uygulamanın trafiği diğer yollara vermeye teşvik ettiği düşünülebilir ama her şeyden önce insani ve hayatı kolaylaştırıcı. Her yerde uygulansın derim...

Son olarak bütün trafik ışıkları düğmeli, trafik lambasını çalışır duruma getirmek için basmanız gerekiyor ve lambalar yandığında "çiuuv" soundunda bana kuş sesini hatırlatan sesli uyarıyı da yapıyor. İlk zamanlarımda bu sesi her duyduğumda tekrar etme dürtüsü doğuyordu bende, niyeyse :)) "çiuuv"

Not: Bu kadar trafikle ile ilgili yazı yaz, trafiğin bu ülkede soldan aktığını yazma... ben gerçekten alışmışım bu ülkeye... oysa geldiğim ilk zamanlar karşıdan karşıya geçerken ters tarafa baktığım için ölücem, diyordum :))

Sevgi İkinci






19 Nisan 2012 Perşembe

Yeni Zelanda'nın en ilgi çekici meslek grubu

Hava ışıl ışıl... Bu güzel sonbahar gününde, kendimi hızla dışarı atıyorum. Niyetim Auckland'ın kuzey merkezi Takapuna sahiline gitmek. Şehrin merkezinde  tertemiz sahiller bulmak harika. Takapuna'ya ulaşmak için şehir merkezinden yaklaşık 20 dakikalık bir otobüs yolculuğu yapmalıyım.

Durakta bekliyorum ve otobüs geliyor. Şoförü gördüğümde ilk tepkim gülümseme, aklımdan da "sizi seviyorum" demek geçiyor. Otobüs şoförümüz, biraz kilolu ve koltuğunu tam anlamıyla kaplıyor ama ilk göze çarpan şu; sapsarı ve kıvırcık ve neredeyse beline kadar uzun saçlarını tarayıp iyice kabartmış, sonra onları ikiye ayırmış, yüzünün iki yanından akan iki şelale, sonra minicik dudaklarına sürdüğü kırmızı ruj ve masum mavi bakışlarıyla 45 yaşlarında bir teyze... şimdi gel de sevme bu tatlı kadını... herkese tek tek yardımcı oluyor şoförümüz, yolcular yerlerini alıyor ve yola çıkıyoruz.

Giderken aklımdan bir bir "otobüs şoföründen etkilenme" anlarım geçiyor. O anda anlıyorum ki bu anlar hiç de az değil...


Esmer tenli ve sarı saçlı ablamız saçlarının peruk olduğunun anlaşılması umrunda bile olmadan ustalıkla kullanıyor otobüsünü...

Beyaz saçları ve sakalları birbirine karışmış kulağında küpesi yaşı hayli ilerlemiş ama dinç görüntüsü ile insana güven veren otobüs şoförümüz...

Çok zayıf yapılı beyaz tenli, altında kısacık şortu ve dizine kadar çektiği beyaz çorapları ve başındaki kovboy şapkasıyla yolcuları ile özenle ilgilenen şoförümüz...

Bir gün havaalanına gidiyoruz geç vakit... Arkadaşımız gelmiş uzaklardan onu karşılayacağız... Toplasan beş yolcuyuz... Otobüse binişimiz ardından şoför ışıkları kapattı ve müzik...  Alana gidene kadar müzik ziyafeti çekti bize... Öyle keyifle yolculuk yapmıştık ki, uzaklardan gelen ve bu ülke hakkında ona ilk fikri verecek otobüsü kaçırmasına üzüldük ama şanslıydık, dönüşte aynı şoföre denk geldik ve geceye müzikle devam etmemizi sağlayan bu şoföre minnet duyduk.

Yol sorduğum ve bana yardımcı olmak istediği için öne oturmamı rica eden benimle sohbet ederken bir yandan da kendi alanında duyabildiği müziğe ıslığıyla eşlik eden kısaca kendi kişiliğiyle işini iyi yapan sevgili otobüs şoförünü de unutmamalıyım...


Buranın yerli halkı Maori'lerin oldukça belirgin bir fiziksel yapıları var... kadını erkeği oldukça kilolu, ancak  çoğunlukla şişman bir görünümden ziyade kalıplı diyebileceğimiz iri bir yapıya sahipler... Esmer tenliler ve harika bir dövme gelenekleri var. Yapımının nasıl olduğunu duyduğumda biraz irkilmiş olsam da muhteşem desenleri olduğunu belirtmeliyim. Son yıllarda kamu işinde çalışanların dövme yaptırması serbest bırakılmış. Kolu boydan boya dövmeli ya da yüzünde dövme olan bir otobüs şoförü ile burada karşılaşabilirsiniz.

Yeni Zelanda bir çok İngiliz kaynaklı ülke gibi diğer ülkelerden pek çok göçmen barındırıyor. Bu da renge renk katıyor elbet... Buraya her gelen kendi kültürünü, elbisesini, dinini, geleneğini getiriyor. Göçmenlere kendi kültürlerini yaşamakta büyük sınırlar getirilmemesi de bunları normal yaşamın içinde görmenize ve kolaylıkla benimsemenize neden oluyor. Burada en büyük göçmen grubu Çinliler, ardından da Hindular geliyor. Otobüs şoförü koltuğunda Çinli bir amca ya da bir Hindu görebilirsiniz.

Belirtmeliyim, burada görevlilere bir şey sorduğunuzda size gerçekten yardımcı oluyorlar. Bilmedikleri bir konuysa bilene yönlendirmeye çalışıyorlar. Bu sadece otobüslerle sınırlı da değil. Bir de çok güzel bir gelenekleri var. "Teşekkür etmek".  Otobüse binerken çoğunlukla evine misafir kabul eden bir ev sahibi ile karşılaşıyorsunuz, size "hoş geldin" gülümsemesini sunuyor, siz de selamınızı veriyorsunuz, inerken de teşekkür ediyorsunuz.

Bu genel saygı ama her şeye, herkese olan olan saygı beni mutlu ediyor. Bunlar etrafında olurken insan daha çok insan oluyor.

Belki bu sadece benim penceremden görebildiğimdir ama yine de iddia ediyorum, bu ülkenin en ilgi çekici meslek grubu "otobüs şoförleri"

Sevgi İkinci





18 Nisan 2012 Çarşamba

Bungy-Jumping Ve...




Annem haklıydı: Bunu çok sonra anladım tabi.

Küçüktük, çok küçüktük, Selma vardı, okuldan arkadaşım. Bize gelmişti, annem hiç mi hiç sevmemişti onu. Arkadaş olmamızdan hoşlanmamış ve en azından benim onların evine gitmeme engel koyabilmişti. O bize gelebilirdi ama hiç gelmese de iyiydi.

Bir apartmanın dördüncü katında oturuyoruz, o küçük kasabanın yeni binalarından, üç odalı ünvanlı olup şekilsiz, ancak bizim oyunlarımızın sığabildiği balkonları olan... Balkonlar yarıya kadar duvar, yarıdan sonrası demir parmaklık...

Bir gün bize geliyor Selma. Annem evde yok, sadece ben  ve benden 2 yaş küçük kız kardeşim. Oyunlar oynamış olmalıyız beraber, mutlaka öyle olmalı. Sonra değişik bir oyun öneriyor Selma bize, önce kendi oynuyor... Balkonun demir parmaklıklarından dışarı çıkıyor, tüm vücuduyla, ayakları balkonun dışından  balkon duvarının üzerinde, elleri demir parmaklıklara tutunmuş... Rüzgarda dalgalanıyor sanki Selma... Elleri ve ayaklarıyla bağlı, sıkı sıkıya tutunmuş, gövdesini havalandırıyor sadece, sadece meydan okuyor...


Yıllar sonra...

Bungy Jumping...

 "Mutlaka yapılmalı" listeme almışım ama çılgınlar gibi korkuyorum... Üstüne son yıllarda gelişen yükseklik korkusu gelmiş, başım dönüyor yükseklerde... Yeni Zelanda'ya kadar gelmişsen bu ülkenin en popüler aktivitesini de yapacaksın, değil mi ya? Bu gel-gitteyim...

"Tamam yani buradayım elbet bir gün atlayacağım", derken...

Demet, Bülent ve ben Rotorua'dayız, ertesi gün planı Taupo'ya gitmek. Demet diyor ki, "Arkadaşlar hep Bungy-Jumping'i hep Taupo'da yapıyorlar. Fotoğraflarını gördüm, çok güzel, Kuzey adanın da en iyi Bungy-Jumping alanıymış. 

Çok sevdiğim bir arkadaşım bungy benzeri bir atlayışı zaten yapmış olduğumu iletmişti,Yeni Zelanda'ya gelerek... Neredeyse Türkiye'ye en uzak ülkeye, sevgili ailemi, çok sevdiğim arkadaşlarımı, işimi, düzenimi bırakarak gelmek," bungy" olabilir mi?

Bungy yapılacak alana geldik, sevgili Demet ve Bülent ile... O kadar güzel bir yere kurulmuş ki alan... Atlayacağımız platform 47 metre yüksekte... Taupo Gölü'nden kaynak bulup Pasifik'e dökülen Yeni Zelanda'nın en uzun nehri Waikato River, dirsek yapmış, bu 47 metrelik uçurumun altında... Etraf koyu yeşil renklerde...  suyun rengi bile... O kadar etkileyici bir güzellik ki... Bir de korku olmasa...

Bir gece önceden beri ben nasıl atlayacağımı düşünüyorum, içim ürperiyor. Demet kesin kararlı, ben "Biraz daha düşüneyim", diyorum. Bülent de, "Hiç aklımda yoktu ama gelmişken ben de mi atlasam", sorusuyla meşgul.

Sonunda Bülent "Ben de" dedi.

Çok yüksek bir yerden atlamak... korkular... yaşın getirdikleri... korku... öğrenilmiş bir duygu, deneyle sabit... bunu bunca hissetmek... her gün birşeyler daha çok korkutuyor... korktukça korkuyor, korkmaktan sıkılıyorum, bir kıskacın içinde hissediyorum, alan gün be gün daralıyor, artık nefes alamıyorum, ben bunalıyorum, sen bunalıyorsun, çıkış bulamıyoruz, off...

Bir anda ışık yandı, aydınlığın gülümseyen suratı... tabi ya... hayatı ciddiye almaktan, kendini fazla önemsemekten oluyor bunlar... dayatılıyor sana yaşam... "en" olmaya zorlanıyorsun... en başarılı... en çalışkan... en zeki... en güçlü... kocaman bir "en" yarışı... yarışın yalnızlığı... bazı işleri kotarıyor, bazılarını beceremiyorsun... beceremeyince kendini eksik hissediyor, başardığında onu kaybetmekten korkuyorsun... sonuçta sana, işine, yaptıklarına bir saygı var... kısaca kendini bir şey zannediyorsun... işler illaki bu yolla ilerlemek zorunda değil... bazen ananın seni çok sevmesi bile senin kendini dünyanın en önemli kişisi sanmana neden olabilir... bu da olması gereken belki... sevdiklerimizle dünyanın en önemli kişisi olsak ve aslında bilsek hiç de öyle olmadığımızı... daha az zahmet, daha az yarış, daha az kırgınlık... nesin ki? dünyada bir zerreden ibaret... doğumla ölüm arasındasın diye okumaktasın bu sözleri... yarın yoksun... gerçek bu... korkular... yersiz... bi de ne ki korktuğun? az sonranı bilmeden yaşıyorsun....

"Ben de" dedim bi anda...

İsimlerimiz kaydedildi. Sağlık problemimiz olup olmadığı soruldu. Kilolarımız ölçüldü ve koyunlar gibi atlamak üzere sıraya girdik. Doğa muhteşem güzellikte ama biz heyecanın etkisine girmişiz çoktan... İki görevli, atlayacakları hazırlamak üzere en fazla iki kişiyi platformun uç kısmına alıyorlar. Bülent ve Demet önce girdiler uç bölüme... Bülent bir anda ilk atlayacak olanın kendi olduğunu fark etti, gülerek... ayakları bağlandı, göğüslüğü takıldı. Ben de kapıda bekliyor, heyecanla takip ediyorum olanları... Görevlilere sordum, ne sıklıkla atladıklarını... Erkek olan "I'm a chicken" diye yanıtladı. Hiç atlamamış. Kadın ise 80'in üzerinde atlayışı olduğunu, en son bir sakatlık geçirdikten sonra artık atlamadığını iletti. Heyecanı dindirmek için sorulan sorular tamamen boşaydı.

Bülent'in hazırlığı bitti. Ayağına bağlı ağır iple platformun tam kıyısına getirildi. Görevliler için her şey çok kolay 1-2-3 diyorlar ve kendini hemen, öyle aşağı bırakman gerekiyor. Bülent ilk sayımda atlamadı. Onu yüreklendirmeye çalışan ise tavuk gibi korkan görevli... ironi... İkincide artık Bülent büyük bir cesaretle bıraktı kendini aşağı... Çığlığı çok güzeldi... kesintisiz aşağıya inene kadar yükselip alçalmayan bir çığlık...

Eee sıra Demet'in... Bir anda fark ettik ki benim yüreklendirilmeye ihtiyacım var. Yer değiştirdik... ben ikinci olarak atlayacağım... hazırlanıyorum ama o atlama anı gözümde büyüyor... Uyardılar... Çeneyi göğsüne bastırarak atlamamızı istediler... Aslında atlamak değil, kendini aşağı bırakmak... ben kendi kendime talim yapıyorum, çabam heyecanımı bastırmak...belki de öyle daha çok belli oluyor...

İpimin çekildiği an... aşağı süzülme zamanı... ip çok ağır, kıyıya yanaşıyorum ip daha çok aşağı çekiyor... güçlüyüm kıyıda duruyorum. Görevli kameraya merhaba de diyor, bakıyorum ve hızla çeviriyorum kafamı... hemen sayıyor 1-2-3... hayır atlayamıyorum... yeniden 1-2-3 yine atlayamıyorum... yardım ister misin diye soruyor... önce hayır, sonra evet diyorum... sadece küçük bir dokunuşa ihtiyacım var... Bir yandan Demet "atla, nolucak, atla gitsin" diyerek sözel destek veriyor... ve o dokunuş bana varana dek ben atlıyorum... Üzgünüm gözlerimi kapattım... sadece atlarken olsa da... toplam süre çok kısa... saniye önemli...  zor kısım atlamak, sonrası gondola binmek ya da dönmedolapta oturmanın bir başka ve belki biraz daha hızlı şekli...

Bungy üzerine felsefe yapılacak bir şey değil aslında... sadece korkumun kaynağının kendimi önemsemek olduğunu fark etmek, hoşuma gitmedi. Meydan okumak istedim kendime... çok zordu...
ama atladım... "Selmaaaaaaaaaaaaa" diye.  

Yaşam sonuna dek yaşanmaya değer yalnızca... korkuyla kaybedecek vakit yok....

Sevgi İkinci