14 Mart 2014 Cuma

Bankonun Öbür Yanı

Normal olmayan, alışılmadık uğultumsu bir ses ve banka şubesinin kalın vitrin camlarını titretecek bir sarsıntıya şaşkınlık ile kafamı şube girişine çevirdiğimi hatırlıyorum. Hayır kalın cam yerindeydi ama tuhaf bir şeyler olmuştu. Bundan sonrası çok hızlı gelişti...

Rumeli Caddesi'ndeki HSBC şubesindeyim. Uzunlamasına bir şube; giriş, gişeler, müşteri temsilcileri, müdür odası yan yana sıralanıyor. Ben gişelerdeyim. Sarsıntıyla sola döndürdüğüm başım, bir anda şube müdürünün üst kattan telaşlı gelişiyle sağa çevriliyor. Genel müdürlüğe ulaşamadığını, telefonların yanıt vermediğini söylüyor, sesinde tedirginlik var. O sırada müşteri temsilcilerinin bulunduğu bölümdeki televizyondan HSBC'nin genel müdürlüğünde bir patlama olduğunu öğreniyoruz. Bizim az önce duyduğumuz sarsıntının, Beyoğlundaki İngiliz Konsolosluğunda gerçekleşen aynı zamanlı diğer patlamadan geldiğini ise daha sonra öğreneceğiz.


Bilmeyenler için Rumeli Caddesi, patlama olan iki noktanın, 1.Levent ve Beyoğlu'nun tam ortasında gibidir. Ayrıca biri Beyoğlu biri Osmanbey'de olan Sinagog patlamaları da daha beş gün önce olmuştu. Rumeli Caddesinin bir bölümü de Osmanbey diye geçer.

Acil eylem planı: olası başka saldırılar nedeniyle ve güvenlik endişesi ile şube müdürü şubeyi kapatmaya karar verdi. Şubenin içinde bir kaç müşteri vardı, onların işlemlerini bir an önce bitirip gitmeye çalışıyoruz. İçeriye yeni müşteri almıyoruz ama gelenler durumu bilmelerine ve anlatmamıza rağmen ille de işlemlerini yaptırmak istiyorlar. Onların tarafında da durum farklı tabi...

Her zaman bir banko, bir paravan var siz ve karşınızdakilerle. Bankadan bahsetmiyorum, her yerde. Bankonun diğer yanına geçmeden, diğer tarafı anlamak neredeyse imkansız. Bunu bütünüyle anladığım, algıladığım yerdi bankacılık. Bankacılık bana hep çok sevimsiz görünmüş bir meslekti. Üstüne bir kaç banka deneyimi, sabırsız ve beklemekten haz etmeyen yapım, bir türlü ilerlemeyen kuyruklar, haksız, tuhaf öncelikleri olan sıra numaraları, kabaran, açıklanamayan sinir ve gerginlikler, hep bir şeyleri yetiştirmeye uğraşmalar... Sanki banka çalışanları insan değildi, o kısmı hiç düşünmemiştim. Neyse. Bankada üstüne bir de gişede çalışmaya başladığımda müşteri koltuğunda oturan, sırasında bekleyen ile benim aramdaki o banko görünür oldu. O kadar iyi anlıyordum ki bankonun diğer yanını, çünkü orada bulunmuştum, çünkü aynen orada duran o adam gibi düşünmüştüm. Fakat bu tarafta işler farklıydı, uymak gereken bir çok gerekli prosedür, işin, sistemin aldığı zaman, bir işletme olarak bankanın öncelikleri...
Tıpkı o anda bir çeşit can kaygısı ile şubeyi terketmeye çalışan biz ve işlerini halletmeye çalışan bankonun öbür yanı....

Velhasıl bankadan çıkmayı başardık. Peki ne yapacaktık? Evlere dağılmak istemedik, her an şubeye dönme durumu olabilirdi. Şubeye nispeten yakın oturan arkadaşımız bizi evine davet etti ona gitmekte karar kıldık. Eve varır varmaz elbette ilk işimiz televizyon karşısında olanları takip etmekti. O kadar üzgündük ki.

O kadar üzgündüm, o kadar içimde hissediyordum ki acıyı, ağlamaya başladım. Bu iki terörist saldırıda ölen suçsuz insanlar için ağlıyordum. Evet, saldırılardan biri bizim bankanın genel müdürlüğüne yapılmıştı ama benim genel müdürlükte tanıdığım bir kişi bile yoktu ya da onlara bir bağ hissetmiyordum. Kaldı ki içimdeki yoğunluk, üzüntü her iki patlamayla da ilgiliydi. Bir şey buldum, benim için yeni olan bir şey.

Buna hayat akışının bozulması diyorum. O güne kadar okuduğum, duyduğum, bildiğim pek çok acı olay, durum, haber için üzülmüştüm ama hiç birinde duygu yoğunluğum ağlayacak noktaya gelmemişti. Hatta belki biraz utandım bundan. O anda anladığım; olanlar, ölenler sizin hayatınızı etkilemiyorsa sadece anlık bir ilgi ile geçiştirip hayatınıza geri dönüyorsunuz. Yani şunun gibi;
-Falanca yerde deprem olmuş, şu kadar kişi ölmüş.
-Yapma ya, hımm
-Umarım çok ölen olmaz
-Umarım
-Ne yapıyorsun bu akşam?

Ama olan her neyse sizin hayat akışınızı bozuyorsa? Sizi yaptığınız her neyse alıkoyuyorsa?

Biz o gün normalde yapacağımız işten alıkonulmuş, insanların ölümlerine, ailelerinin üzüntülerine tanıklık etmek işimiz olmuştu. Olanları artık, bize olmuş, bizim yakınlarımıza olmuş gibi izlemeye başlamıştık. - Bu noktada kendi adıma konuşmalıyım. Beraber olduğum diğer sevgili arkadaşlarım için aynı şey geçerli olmayabilir, onlar bu deneyimi daha önce yaşamış olabilirler.-

Ben o gün bankonun diğer tarafına geçmiş, canı acıyan birini gördüğümde o acıyı etimde hissetmeyi öğrenmiştim. O kadar zordur ki başkasının acısını hissetmek! Kolay görünür, sonuçta insanlar benzer şeylere üzülmez mi? Mesela çocuğuna bir şey olmuş annenin feryadı en çok ve ortak kullanılan metafordur. Başkasının acısını anlamak, anlamaya çalışmak benim için insan olmak demek. Yine de görünen o ki bunu başarmaya da talim gerek!




Not : Sinagog patlamaları 15 Kasım'da, HSBC ve İngiliz Konsolosluğu patlamaları 20 Kasım'da olmuştu. Bu patlamalar, Türkiye'de yaşanan en büyük terör olayları olarak anıldı. Patlamalarda çok sayıda insan hayatını kaybetti ve yaralandı. Aşağıda olay ile ilgili gazete linkini bulabilirsiniz.

http://dosyalar.hurriyet.com.tr/almanak2003/news_detail.asp?nid=196&sid=2

Not 2: Söylemeden geçmek istemiyorum. Bu olaydan bir kaç yıl sonra HSBC'de ve İngiliz Konsolosluğunda patlama sırasında çalışan ve patlamalarda ciddi biçimde yaralanan iki dünya tatlısı insanla tanıştım. Onları daha önce tanıyor olsaydım, olay sırasında nasıl bir dehşet içinde olurdum bilemiyorum.










11 Mart 2014 Salı

Bana Hassasiyet Deme!

"Hassasiyetinize sıçayım!"
...

"Hassasiyetinize sıçayım!" geçiyor aklımdan ama ayıp diye yüksek sesle söylemiyorum. Bu haykırış içimde, karanlık ve sonsuz olduğunu tahmin ettiğim bir noktada çınlıyor: "Hassasiyetinize sıçıyııııımmmm!"
...

O kadar çok ve sık duymuşum ki "hassas söz öbeklerini!" "efenim Türk milletinin hassasiyetlerine uygun düşmez", "Halkımızın hassasiyetlerine dokunmuştur, dokunur, dokundu, dokunabilir..." , bir sabah yataktan "Heeeeyyt, yeter ulan, ne menem hassasiyetiniz varmış!"ı bastım ya da onun gibi bir şey.
...

Peki nedir bu hassasiyet? Her olana, olan bitene getirilen açıklamadır efendim. Biri cinnet mi geçirdi, odur. Biri birini kesti, doğradı mı, doğrayanın hassaslığı, neredeyse mütevaziliğidir. Namus cinayeti, gay cinayeti mi, toplumun yumuşak karnıdır. 
...

Peki bu hassasiyet olan biteni açıklarken getirilen bir savunma değil midir? Biraz da değil bayağı bayağı taraf tutmak değil midir? Hassasiyetlerle açıklanan her türlü hadisede, suçlu mağdura çevrilen değil midir?

Hassasiyetlerle açıklananların sonraki adımları "öyle demeyelim, yapmayalım, göstermeyelim de birilerinin o derin algılarını okşamayalım"a geliyor. Yani bir nevi sansür, kendini sansür, düşünceni, varlığını sansür. Aman! Aman! diyerek etrafımızda dolanıp bu tür sansürleri hunharca uygulayanlar da cabası.
...

Yok ya yanlış söyledim, bir gün şöyle uyandım: "İşte bu hassasiyetler hep seks!" Yeterince ya da gönlünce sevişememişlerin böğürtüleri bu hassasiyetler! Ben yapamadım, sen de yapmalar. Hiç "ben" olamayan birinin ya da birilerinin herkesi "herkes gibi" yapma gayreti. 
...

Senin hassasiyetin var diye benim yok sanma seni sabıkalı özgürlük düşmanı!





23 Şubat 2014 Pazar

Uzman Olmayandan Bir Beyin İncelemesi

Pek çok kimsenin aksine beynin çalışma sisteminin muhteşem, inanılmaz, mükemmel olduğundan şüpheliyim. Bendeki şüpheyi doğuran bilimsel bir dayanağım yok, sadece gözlemlerimden ibaret bir söylem bu.

İnsan beyni, onca kapasitesine rağmen tembelliğe eğilimli bir yapıya sahip.
Bir şeyi, bir nesneyi bir kere algıladıktan sonra onu dipsiz bir kuyuya atıp ona ulaşmayı neredeyse imkansız hale getiriyor. Bu nedenle öğrenilene başka yerden bakmak gerçekten çok zor, neredeyse imkansız bir hal alıyor. İşte bu nedenle çocukların nesneleri öğrenirken, onlara farklı yerden bakışları ve algıları ile ifadeleri ve soruları bizi şaşırtır, güleriz, hayret ederiz, aslında işe başka bir taraftan bakılabileceğini de bir yerde kabulleniriz ya da belki de çoğunlukla "çocuk işte!" deyip güler geçeriz.
Tabi bu noktada beynin bir ileri adımı atıp düşünce geliştirebilmesi için bazı sabitleri kabul etmesi gerektiği elbette ortada, işte sanat tam da bu noktada doğmuş olmalı, bir şeye başka açılardan bakabilme becerisi.
Yine de bunun bir tembellik olduğunu görebiliriz. Bir soru soruyorum, tak cevap veriyorsun, düşünmüyorsun. Beyin otomatikleşmeyi sever, bu işleri kolaylaştırır.

Beyin senden benden tutucu, muhafazakar.
Şöyle örnekleyelim, evden işe gidiyorsunuz, yürüyerek ya da arabayla çeşitli alternatifler var. Bir süre her bir yolu deniyorsunuz, sonra hep bir yolu kullanmaya başlıyorsunuz. Beynin yorumlaması buna benziyor. Bir konu hakkında bir süre deneyip sonra bir yoruma ulaşıyor ve ihtiyacı olduğunda hop o açıklamaya hemen ulaşıveriyor. Zaman zaman bellenmiş o açıklamanın, bilginin ötesine geçme imkanı oluyor ama bunun oldukça zor olduğunun kişinin ciddi beyine egzersizlerine ihtiyaç duyduğunu ekleyeyim. Buna en keskin ve açık örneği madde bağımlıları ile verebilirim. Sigarayı bırakmak bu nedenle çoğu kez çok zordur, beyin o patikaya saplanır. "Uzun yaşayacağım da ne olacak?", "Zaten bir gün hepimiz ölmeyecek miyiz?" gibi.

İnsan beyni karmaşaya açıktır.
Kişinin yetişme coğrafyası onun algılarını, kararlarını etkiler, bunu biliyoruz ama buradaki karmaşanın büyüklüğünü örnekleyerek açığa çıkarmak istiyorum. Bitki basittir, suya ve güneşe ihtiyaç duyar. Bu ikisini alırken oransal ihtiyaçlar söz konusudur. Ya beyin? Neye, ne kadar ihtiyacı vardır? Bu bilinse bile ihtiyaçları sağlamak mümkün müdür? Hem birçok olgu ihtiyaç olarak algılanamaz, işin içine kültür diye bir şey girer. Kişi özellikle çocukluğunda maruz kaldıkları ile birey olur ve bu etkiler muazzam farklılıklar gösterir.

İnsan beyni kolaycıdır.
Genelleme yapmaya bayılır. Bir kişi bir şeyi deneyimler, hadi buna erkek arkadaşı tarafından aldatılmış bir kız örneğini verelim. Sonra bu deneyimi yaşamış bir kişi ile karşılaşır. Koca insanlık tarihini ya da mevcut insan sayısını gözardı ederek bir hükümde bulunur: Erkekler hep böyle! Erkeklerin hep böyle olduğunu kabul etmekle birlikte ( :)) işte bu bizim genelleme hastalığımızdır. Bunu o kadar çok yaparız ki, çoğu kez farkında bile olmayız. Tabi beyni de anlamak lazım. Bu kadar karmaşık etkilere maruz kalıp her biri bambaşka olabilen insan güruhunu anlamak için bir yerde bir sınıflama yapmalıdır, bu anlamayı kolaylaştırmanın yoludur. İşte bakın ben bile genellemeyi eleştirirken, bunu genelleme yaparak açıklıyorum. Beynin işi zordur gerçekten.

İnsan beyni çok çabuk etki altında kalır.
Özellikle beynin oluşma, yetişme sürecindeki karmaşaya rağmen kültüre, ortama bağlı olarak tespit edilen bazı düşünce patikaları benzerlik göstermektedir. Yani o belli konu geldi mi, beyin patikasına girer ve aynı cevabı verir. Üzerine pek düşünmez. Pek mi dedim, üzgünüm genelleme yapacağım, "Hiç düşünmez". Beynin bu yapısının acıklı bir tarafı vardır. Bazı kimseler o düşünce kalıplarının benzerliğini keşfederek onları kışkırtmaya, kaşımaya, okşamaya meyil verebilirler. Bu, düşünce kalıpları ya da patikaları, aslında o kişilere zarar veren bir başka yapıya dönüşür, çünkü bu kalıp ve patikalar, onların zayıflıklarıdır. İşte bu nedenle yüzyıl beraber yaşamış insanlar 5-10 sene içinde birbirinin düşmanı haline getirilebilir. Beyin aslında anlamayı kolaylaştırmak ya da tembelliği nedeniyle kalıplar benimserken, kalıplar ona, daha sonra baksa utanacağı işler yaptırır ve ne yazık ki bu işlerin içinden çıkmak da herkese zor gelir.

Sadede gelecek olursak, beynin pek mükemmel olduğuna emin misiniz?


22 Şubat 2014 Cumartesi

Bir Düşün Derim!

Pazarlamayı çok istediğim ancak satmayacağına neredeyse emin olduğum sevgili ürünüm, hayalim ya da hayal ürünüm; Düşünce Koltuğu.

Finansçı ve üstelik oldukça çulsuz bir geçmiş nedeniyle olsa gerek nesnelere veya yaratıcılığa böyle bir pazar ürünü, ne satar be!, ya da cık ondan iş çıkmaz gibi! gibi tuhaf, kapitalist edalarla bir yaklaşımım vardır, inkar edemem. Bir tane adamakıllı bir finansal başarıya imza atmışlığım olmasa da.

Sevgili düşünce koltuğunun satmayacağını düşünmem, kusura bakmayın, "aman siz de düşünür müydünüz!" "Aa, yok canım!" gibi kaba eleştiriler değil asla. Aksine kendini çürüten öteki düşüncenin varlığı. Yani "nerede düşüneceğimi sana mı soracağım kardeşim!" fikri. İki fikre de sahip olunca kendi ürününü daha kendine pazarlayamamış bir ne yaptığını bilmez oluyor insan.

Ama yine de ısrar ediyorum, düşüncenin düşünen yanında. Yani, düşünsene... bir koltuk var ve sen ona sadece düşünmek için oturuyorsun... özellikle bir şey yapmanın, kesinlikle odaklanarak yapılacağının farkındalığı, düşünce gibi seni oradan oraya uçuracak tüm çağrışımlara izin vererek, seni daha çok sen yapacak yeni bir patika keşfi... kendinde, sende, tamamen sana ait.

Bazılarına, özellikle ciddi müzikseverlere tuhaf gelecektir. Benim müzik dinlemeyi öğrenmem zaman aldı biraz. Müziği sevdiğimi iddia etmekle beraber, müzik her zaman ana yemekle servis edilip pek sevilen salata idi benim için, tamamlayıcı, bütünleştirici, hep bir şeyin yanında. Eğer müziği, müzik dinlemeyi böyle ifade edersem müziğe haksızlık etmiş olmaz mıyım? Müzik, ona ayrılacak gerçek zamanı hak etmiyor mu?

Düşünce de tıpkı müzik gibidir. Ona ayrılacak zamana özlemle ihtiyaç duyar. İşte, düşünce koltuğu da sadece düşünmek için oturulan, başka bir etkinliğe kesinlikle izin vermeyen bir koltuktur. Bir işi bir amaçla yapmak bazen işi zorlaştıran bir husus olur, bilen bilir. Amaca yönelik konsantrasyon, oyun sever beynimiz tarafından acilen bozulmaya çalışılır ama bir gayret. Koltukta oturma süreniz uzadıkça hayatınızla ilgili çözümlerinizin artacağını ve yeni bir keyif kazanacağınızı öneriyorum. Denemesi bedava yani. Ürün yeni diye almanız gerekmiyor, bir koltuğa düşünce koltuğu deyiverin yeter ;)


14 Kasım 2013 Perşembe

Duru ve Gerçek - Bi Hafta Sonu...

Gözyaşları burnunu yakan hissin ardından gözlerini doldurup yanakları sıra dökülmeye başladı. Soruyordu  ve soruları onu daha çok acıtıyordu. Söyleniyordu da; insanlar neden bu kadar zalim, neden insanlar daha iyi koşulları paylaşamıyor, neden, neden, neden?

Birazdan bambaşka bir duygusal sahne daha... İçini çekerek ağlıyordu Duru. Sadece ağlamayı işiten birinin onun film izliyor olduğunu düşünmesi imkansızdı, basbayağı ağlıyordu hüngür şakır. 

Hafta sonu tatiline "oh be, kendimi özlemişim" diyerek giriş yapmış ve her zaman olduğu gibi telaşa düşmüştü. Telaşı yaratan planlarıydı. Planlar ve telaşın biraradalığı iş hayatının hafta sonuna muhtemel yansımasıydı. İşlerin bitirilmesi konusundaki beklentilerin her zaman verili zamanın çok üzerinde olması gibi, Duru'nun kendisi ve hafta sonundan beklentisi de o derece yüksek, belki daha da fazlaydı. Neyse ki Duru'nun hafta sonu için hesap ya da rapor vermesini gerektiren bir durum yoktu ki, kitap okumak, fotoğraf çekmeye çıkmak, bir arkadaşla oturup bira yudumlamak gibi planların kapışmasından film izleme seçeneği finale kalmıştı, öylece, beklenmedik alelade izlenmeye başlanan bir film çoktan onu içine almış, onunla konuşuyordu.

Bir gülüp bir ağlayıp filmi izlemeyi bitirdiğinde aklında o sahne vardı, akıl hastanesindeki kızın iyileştirilmek yerine, delirtilişi... İnsanlar eşit koşullara doğmuyorlar, sonrasında da verili ortamı değiştirme şansı oldukça az, içine doğduğun kültür, ailen, eğitimin... Ne yazık ki insanların birbirlerine davranışı, birbirlerini yargılayışı sanki bunu hiç bilmiyormuş, hiç anlayamazmış gibi... 

Sonra kendine baktı Duru, gözleri şişmişti ağlamaktan, filmin hikayesi zihninde tekrarlanıyordu, film alabildiğine gerçekçi bir yaşam kesiti sunuyor, yaşanan ortamın siyaseti ve gündemini başarıyla aktarıyor, aynı zamanda geçiş ve bağlantılarıyla bir filmin verebileceği tüm lezzeti damakta bırakıyordu. Filmin içinde bir kaç saat yaşadı diye, içindekilerin hesaplaşmalarını yapıyordu Duru.  "Kendimi çok mu kaptırıyorum acaba?" diye sordu kendine ve verdiği cevaba kendi kendine güldü: "İyi bir filmin ya da iyi bir kitabın bende yaptığı kafayı başka hiçbir şeyin yapması mümkün değil!"

Düşüncelerini öteye taşımak istedi Duru, düşüncelerini paylaşmak ve konu üzerine tartışmak. Gerçek'i bulsa... Tartışmak için en ideal kişiydi Gerçek ama sorun ona ulaşmanın kolay olmayışıydı; telefon taşımaz, epostalarına haftada bir bakardı, ne zaman eve uğrayacağı ise belli olmazdı. "En iyisi yine de ona gitmek!" fikri ile bir anda giyinip toparlandı Duru, neyse ki evi uzak değildi, en azından yürüyüşe değerdi.

Hava hafif bulutlu ama aydınlık, harika bir yürüyüşe imkan veriyordu. Acelesiz adımlara dikkat ederek yürüyordu Duru, yürüyüşün tadına varmaktı bu. Etrafına, yanından geçenlere bakıyordu, yüzlerden, ellerden bir şey yakalayabilir miydi, bir şey, herhangi bir şey...

Gerçek'in oturduğu apartmana varıp kapıyı tıkladı, biraz bekledi, ses yok. Oyalanmadı, apartmanın kapısına çıktığında ne yapacağını düşündü, eve dönmek istemiyordu. En iyisi bir sigara yakmak deyip tozlu kaldırıma oturdu. Apartmanların çirkinliği ile donanmış, plansız yapılaşma ve büyüme nedeniyle bunca apartmana dar gelen sokak, bir de araba parkı olma sorumluluğunu üstleniyordu. Sıkılmış bir hali vardı sokağın. Yakın zamana kadar çocukların oyun yeri olan sokakta bir tanesi görünmüyordu şimdi. Neredeydi bunca evin çocukları... Sokak özlemişti çocukları... Çocuklar anlamını bilmiyordu belki artık sokakların...

Etrafta uçuşan tozlara baktı Duru, gece yağan şiddetli yağmuru düşündü. Yağmurun bu tozu temizlemesi gerekmez miydi diye sordu kaldırıma. Bu kadar toz nasıl üretiliyor olabilir bulmaya çalıştı ve rüzgarın yön verdiği tozları takip ederken yaklaşan Gerçek'i gördü. Yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı, gelişini izledi Gerçek'in.

Gerçek elini uzatıp kaldırdı Duru'yu kaldırımdaki yerinden, eve girdiler. Balkon'da oturalım dedi Gerçek ve elindekilerle mutfağa geçti. Duru seviyordu bu balkonu, Gerçek'in bu evde bu balkon yüzünden yaşadığını düşündü bir kez daha. Kare biçimli genişçe balkona bir dikdörtgen masa ve sandalye yerine karşılıklı iki küçük bank yerleştirilmişti. Bankların üzeri minderlerle, balkonun sığabilecek her köşeyi çiçek saksıları ile bezeliydi. Balkonun kendi rahatlığının dışında bir manzarası yoktu, apartmanların çevrelediği bir boşluğa bakıyordu ve orta alanda neyse ki hayata tutunmuş iki ağaç yükseliyordu.

Gerçek çay bardaklarıyla döndü ve teşekkür ederim, dedi. Duru niye teşekkür aldığını anlamaya çalışan bakışını gönderince, "Bana çay içerken eşlik edeceğin için" dedi Gerçek. Gülüştüler. 

Gerçek, yerine ilişmişti ki, Duru "Neden?" diye patlayıverdi ve bu ikisini yeniden güldürdü. Birbirini iyi tanıyan iki dostun değeri biçilemez gülüşüydü bu. Gerçek, Duru'nun söyleyecekleri olduğunu biliyor, Duru, Gerçek'in onu hemen kavrayacağına emindi. Güvenin verdiği rahatlığı sağlayabilecek başka bir duygu var mı?



Gerçek, konuşmayı yersiz bularak, Duru'ya seni dinliyorum bakışını göndererek bekledi, Duru başladı, anlattı film serüvenini ve sorusunu yineledi, Neden? Neden insanlar eşit koşullarda olamıyorlar? Neden insanların birbirini anlaması bu kadar zor? Tamam, coğrafya, aile, eğitim etki ediyor da bu etkilerin olduğunu bilemiyor mu diğerleri? Neden, herkes en doğrunun kendisi olduğunu sanıyor? Neden herkes en doğruyu kendinin bildiğini sanıyor? Neden insanlar bu kadar tahammülsüz birbirlerine, bu kadar anlayışsız?

Yine güldü Gerçek bu soruya, "Onu ben de çok merak ediyorum." dedi ve nedeni daha çok filmin içindeki dinamikte aradılar o gün.

Bu ilk konuşup tartışmaları değildi elbet bu ve benzer konuları. Bu bir düşünce genleşmesiydi, yoğun bir anlatım ya da olayın ardından. Cevaplar tatmin etmese de her adımda, her tartışmada biraz daha ben katıyorlardı birbirlerine.

Hava soğumuştu, montuna sarılmış düşünmeye devam ediyordu Duru, eve dönüş yolunda. Rüzgar mı fısıldıyordu kulağına, kendi kendine mi konuşuyordu? En güzeli diyordu, ne yapıyorsan en iyisini yapmaya çalışmak, kendinin acımasızlıklarını bulup onları törpülemek, kendine karşı hep tetikte olmak... İnsan çoğu kez kendisinin "iyi" olduğunu düşünüyor, gerçekten kendine bakmadan...



11 Nisan 2013 Perşembe

Duru ve Gerçek - Aşka Giriş

Güneş ışığının kapalı perdeler arkasından geniş, darmadağınık odaya sızmaya çalıştığı bir sabahtı. Duru, cumartesi günü olması itibariyle hafta içi günlere göre birazcık daha fazla uyumuştu sadece, ama çok uyumuş ya da hiç uyuyamamış gibi şişmişti gözleri. Rahatı pek de hissedilmeyen koltuğa her an kalkacakmış gibi iğreti oturmuş, kitaplığa bu kocaman gözlerle bakıyordu. Sanki bir kitap seçip hemen okumaya başlayacak gibi dursa da, aslında o kafasının içindeki yolculuğun bir parçasıydı. Yolculuk onu yönetiyor, o sadece düşüncelerinin oradan oraya sıçrayıp tutunamayışlarını izliyordu.

Kapının çalışıyla irkildi.

Kapıyı açmıştı bile, 'Sabahın bu saati!', 'Kim ki gelen?', 'Perdeler kapalı ama gün açıkmış bugün!' 'Ev de dağınık!' 'Üstüme bir şey alsam mı?' 'Kapıcı mı acaba?' düşünceleri aklından bir çırpıda geçerken.

Sevinçle sıçradı, Gerçek'ti gelen.

Duru ve Gerçek uzun zamandır arkadaştı ama görüşmeleri sıradan bir arkadaşlıktan biraz faklıydı. Ne zaman, ne süreyle görüşecekleri belli olmuyordu. Şimdi de öyle bir zamandı ki, Duru tam da ona ihtiyacı olduğunu onu görünce anladı.

Kucaklaşmalarının ardından, Duru'nun küçük, sevimli salonunda yerlerini aldılar.

Hoş beş soruları yoktu, her şeyi ama her şeyi konuşacaklardı birazdan, biliyorlardı.

Duru darmadağınık mutfağına koşturup aceleyle çay suyu koydu. Mutfaktan dönerken 'Ne iyi ettin de geldin.' dedi.

Gerçek, koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde duran kitabı karıştırmaya başlamıştı bile.

Neyin var? soruldu Duru'ya.
Nasıl anladın? cevaplandı.
Sen böyle kitaplar okumazsın, yorumlandı.
Duru, Gerçeğin onu hemen anlayacağına emin olarak sormuştu "Nasıl anladın?" sorusunu, içinde dostluğuna kendini emanet eden güvenle.

Aşık oldum, pehledi Duru, soruyu cevaplamış olmak için, hissiz.

Gerçek'in gözünden kaçmadı telaş, bıyık altı güldü.

Aşk dünyanın en güzel duygusudur, dedi Gerçek sakince.

Emin misin? dedi Duru, dalgacı ses tonuyla.

Gerçek emindi ne söylediğinden, insanı insan yapan duyguydu aşk ona göre, hemen yanıtlamadı, düşünce akışlarına izin verdi.

Duru, cevabını bilir gibi sorduğu "emin misin" sorusundan şüpheye düşmüştü bile, o emin miydi acaba, neydi aşk?

Gerçek düşünce saldırısını durdurdu, "Anlatsana" diyerek.

Duru nereden başlayacağını bilemedi önce, yüzünü avuçlarının içine alıp dirseklerini dizlerine dayayıp gözlerini yere dikti oturduğu koltukta. Gerçek sakince sırasını bekliyordu.

Ondan hoşlanmıştım, diyerek başladı Duru sonunda, buluştuk bir gün, o kadar çok şey paylaştık ki, ben ona daha da yakın hissettim kendimi, içimden dedim ki bu adam, ben bu adamı hayatımda istiyorum ve bu adam için sabırlı olacağım.

Konuşması kesildi burada Duru'nun. Gerçekse inatla sessizdi. "Sonra... ... sonra her şey o kadar hızlı oldu ki, biraz önce hayalini kurduğum şeyi yaşamaya başlamıştım."

Konuşmasındaki yavaşlık ve sesinin alçak perdesi üzgün ruhunu Gerçek'e gösteriyordu.

Devam etti Duru, "Bir anda biz oluvermiştik. Sarılmak, herhalde işin büyüsüydü. Sarılırken, yaşamımızdaki tüm acılarımızı ve sevgimizi aktarıyorduk birbirimize. O anda hissettiğim mutluluğu anlatamam sanırım"

Sessizlik... Sessizlik güneş ışıklarına engel değildi. Gerçek kalkıp perdeleri açtı, kaynayan suyun çaydanlıkla dans edişi onu mutfağa yöneltti, ağır adımlarıyla gidip çayı demledi ve geri gelip koltuğa sessizliğini armağan ederek oturdu. Durunun gözleri hala halıdaydı.

"Böyle başlayan bir ilişki sadece bir hafta sürdü, sadece bir hafta."

Gerçek, "Seni bu kadar üzen şeyin beklentin olduğunu biliyorsun değil mi?"

"Bilmiyorum, çok çok düşündüm, bilmiyorum."

Gerçek, "Ne buldun?"

"O kadar çok şey buldum ki..."

Gerçek, "Ne buldun bilmiyorum ve sormayacağım da, yaşadığından ders çıkarman gerek diye düşünüyorum yalnızca."

Duru, "Hiç öğretmenlik yaptın mı sen?" sordu kuşkuyla.

Gerçek gülümsüyordu "Hayır" derken ve ekledi "Neden?

Duru da gülümsemeye başlamıştı, "Ders çıkar deyince..."

Gerçek, Aşk hala dünyanın en güzel duygusu sen ondan şüphe etsen, aşk yüzünden üzüldüğünü düşünsen bile. Sonuç olarak bu yaşadığın sana öğrettiği bir şeyler varsa, yaşadığına değer diyorum.

"Yok sen kesin öğretmensin" diye takıldı Duru.

"Belki dolu tarafına bakmayı öğrenmişimdir" diye göz kırptı Gerçek.

Çayın kokusu ve güneşin ışığı odayı tümden esir almış, günü yaşamaya davet ediyordu onları. En acı anda bile yaşam devam ediyorsa kahvaltı herkese iyi gelir, sadece bir inanış değildir bu.

31 Mart 2013 Pazar

Akşamın getirdikleri...






Akşamlar güzeldir, bir nebze olsun az dokunulmuş.
Olduğudur insanın gösterdiğinden ziyade
Evi akşamıdır insanın

Akşamına kavuşma heyecanıyla hızlı hızlı yürüyordu P. Apartmanın kapısında, uzun zamandır görmediği A ile karşılaştı. Gülümsemeyle kucaklaştılar. A aynı binada oturan bir arkadaşına uğramış, şimdi ayrılıyordu, ne güzel tesadüftü. P geri döndürdü onu, hadi gel bir şeyler yiyelim diyerek akşamına davet etti.

İki arkadaş da ansız, plansız gelişmelere heyecanlı, bir anda sohbete koyuldular. A uzun zamandır memleketi Çin'deydi, yeni dönmüştü, ne yapmıştı, ne etmişti.

Eve vardıklarında P'nin ev arkadaşı Y yemeği çoktan hazırlamıştı. Yemekte bir Çin yemeği olan dumpling olması başka bir sürprizdi. Dumpling, bir avuç içi büyüklükte bir hamurun içine kıymalı bir karışım konulması ve bu hamur toplarının kaynar suda pişirilmesiyle yapılıyor ve bu iki Türk arkadaşa mantıyı hatırlatıyordu. Sadece hatırlatıyordu, çünkü iç malzeme lezzeti oldukça değiştiriyordu, ayrıca onlar haşlanmış hamur topları sade veya soya sosu ile tüketiyorlardı. Olsundu, bu iki kafadar en azından sarmısaklı yoğurt sosunu ve kırmızı toz biberi ekleyerek, Türk usulü dumplinge ulaşmış ve o akşam bu usulü Çinli arkadaşları ile de tanıştırmışlardı. Çinli A, kendi yemeğini bu yöntemle yemekten keyif aldığını ve bundan sonra kendisi de böyle yapabileceğini iletti, iki arkadaş mutlu oldu.

Akşamın uzayacağı Y'nin planı ile belli oldu. O da Çinli bir arkadaşıyla buluşacaktı yemek sonrası, P ve A'yı da davet ediyordu. Onlar da plana memnuniyetle dahil oldu.

Akşamlar şaşırtıcı, akşamlar beklenmedikti
Akşamlar günün özeti ama ötesiydi
Aldığın soluk, seni var edendi

Hava sonbahara rağmen sıcacık, açık havada oturmaya izin veriyordu. Karanlık masalar üzerindeki mumlarla ve insan kalabalığının sohbeti ve kahkahalarıyla aydınlanıyordu. Seçilen yer şehrin içinde, şehirden soyut küçük bir meydanın bir köşesindeki bir mekandı. İçecekler alındı, sohbetin rengi hızla koyuldu.

Milletler, dinler, mistisizm, meditasyon, benzerlikler, farklılıklar konuşuldu. Kitap tavsiyelerinde bulunuldu. İşte o anda, anın anlamına önem verildi. Başka dillerden gelen bu kimseler, bir başka dilde anlaşıyor ve arkadaş olup deneyimlerini paylaşırlarken, tavsiye edilen kitap bir başka dilde olabiliyordu. Bu güzellik olmalıydı.

Babil efsanesi dillendi. Tanrıya ulaşmak isteyen kavimler bir araya gelerek Tanrı'ya ulaşmak için bir kule inşa etmeye başlarlar. Bu duyan Tanrı, kuleyi görmek için gelir ve bu davranışa çok kızar, siz aynı dili konuşuyor ve Tanrı'yla yarışıyorsunuz, sizin dillerinizi ayırayım da bir daha birlik olamayın der ve kuleyi yıkar.

Şimdi gitgide evrenselleşen dünyada diller yeniden birleşiyor olabilir miydi? Bir oyun gibi değil miydi sözcükler? Aynı dilde konuşmak, yeter miydi birbirini anlamaya? Ya herkesin birbirini anladığı evrensel bir dil heyecanlandırmaz mıydı insanlığı, anlamaya dair?

Akşamlar getirir kokusunu sıcaklığın
hatırlamaktır kim olduğunu
yeniden dönmektir hayallerine