15 Mayıs 2012 Salı

Anzak Günü

Yeni Zelanda'ya gelmeyi planlarken, bunu paylaştığım kardeşim, "yanında bir bavul da Çanakkale hatırası götür" demişti. Sevgili kardeşimin ne demek istediğini buraya geldiğimde anladım.

photographs by Fatih Börekçi in Çanakkale

Yeni Zelanda'yı neredeyse hiç bilmiyormuşum, araştırmaya başladığımda zaten bunu görmüştüm ama bu ülkeye geldiğimde bir şey beni çok daha fazla şaşırttı, Yeni Zelandalıların bizim ülkemizi çok yakından biliyor olması. Neredeyse tanıştığım her üç Kiwi'den biri ben şu kadar süre önce Türkiye'ye gittim diyor, İstanbul, Kapadokya, Bodrum, Antalya'dan bahsediyorlar.

Kiwi'ler dünya'nın dibindeki ülkeleri ile kendilerini dünya sahnesine biraz uzak hissediyorlar. Gençler "overseas" dedikleri denizaşırı ülkelere ortalama iki yıllığına deneyim kazanmaya, dünyayı tanımaya gidiyorlar. Ülke tercihleri değişkenlik gösteriyor, ancak yoğunluğun Avrupa ülkeleri olduğunu söyleyebiliriz. Buna Amerika, Japonya ve Singapur, Malezya gibi bazı uzakdoğu ükelerini de ekleyebiliriz. (Avustralya bana göre Yeni Zelanda'nın büyük abisi, orayı overseas görmedim :) İşte Türkiye de, bu dünya seyahatinde gezilen ülkeler arasına giriyor aramızdaki Anzak bağı ile.

Biz Anzak diye yazıyoruz ancak bu bir kısaltma olduğu için ANZAC yazmalıyız. (Ben yazıma genel kullanım olduğu için Anzak ile devam edeceğim.) Anzak, Avustralian and New Zealand Army Corps'un kısaltması. İki ülkenin askeri gücünü aynı çatı altında birleştirmesi, daha sonra da aynı ad ile aynı günü anma günü belirlemesi  dünyada bir ilk. Anzak'ların Çanakkale'ye ayak bastığı 25 Nisan günü, 1916 yılında resmi olarak Anzak günü kabul edilmiş ve bu iki ülkenin de en önemli tarihi günü.

Avustralya ve Yeni Zelanda toprakları, Büyük Britanya İmparatorluğunun sömürgeleri konumundaydı daha önce ve nüfusu imparatorluğun bu topraklara çeşitli şekillerde getirdiği kimselerden oluşmaktaydı. Bu ülkeler bugün de gönüllü olarak İngiliz Milletler Topluluğu üyesi ve Birleşik Krallık hükümdarını sembolik olarak en üst düzey yönetici olarak tanıryorlar. Avustralya için İrlandalı, Yeni Zelanda için İskoç nüfus yoğunluğunun bulunduğu söyleniyor. Bunu bugün aksan benzerlikleri ile bulmak da mümkün. Bugün, diğer yeni dünya ülkeleri gibi oldukça karma bir nüfusa sahipler, bu iki ülkede de Asyalı nüfusu dikkat çekiyor.

Birinci Dünya Savaşı başladığında Avustralya henüz 13, Yeni Zelanda ise 7 yıldır bağımsız devlet statüsünde. Avustralya'nın resmi  ANZAC Day sayfasında çiçeği burnunda hükümetin, dünyada bir ulus olarak tanınmasını arzuladığı bu nedenle de İngiltere'nin safında savaşa asker gönderdiğini yazılı. Özellikle Yeni Zelanda için bu ülkeye çeşitli vaatlerle getirilen halkın anayurt kabul ettikleri Büyük Britanya'ya yakın olma isteğiyle savaşa katıldığı düşünülüyor. Bunları birleştirecek yorum ise bir ülkeyi ulus yapan şeyin "ortak acılar" olduğu gerçeği.

Savaştan dönen askerler, kaybettikleri arkadaşlarını aramak ve anmak için şafak vaktini seçmişler. Şafak vakti Gelibolu'yla sembolik bir bağlantı, savaş sırasında hücum için tercih edilen zaman, şafak vakti. Askeri töreni hatıranın en yoğun yaşandığı saatlerde düzenleyen dawn service bu bağlantılarla kuruluyor 1927'de.. Tören ise sadece gazi katılımı ile sınırlandırılıyor. Törenin bir saygı duruşu olduğunu belirtmek gerek.

İkinci Dünya Savaşında da yer alan ülke bugün, Anzak gününün anlamını genişleterek, savaşlarda ölen tüm vatandaşlarını anıyor. Günün 1980 sonrasında da gençler tarafından daha fazla rağbet gördüğü belirtiliyor.

Günün sembolü ise Gelincik çiçeği. Çiçeğin grafik formu, ANZAC gününde yakalarda broş oluyor.


Dünyada Türkiye topraklarına en uzak ülke Yeni Zelanda. Çoğu kez sorgularız, neden savaştılar bizimle? Aslında bu soruyu onlar da kendilerine soruyor ve buna yöneticilerin, özellikle İngiltere'nin hatası olarak bakıyorlar, en azından bugün.

Bana bugünü en özel kılan ise Atatürk'ün Anzak'larla ilişkimize eşi görülmemiş bir boyut getirmesi. Yeni Zelanda'da, konuştuğunuz bir Kiwi'den Atatürk'ün sözlerini duymak gerçekten gurur verici.

Mustafa Kemal'in Anzak analarına mektubu;

"Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır."

Bugün Avustralya'nın başkenti Canberra'da ve Yeni Zelanda'nın başkenti Wellington'da Atatürk anıtları bulunuyor ve bu sözler üzerlerinde yazıyor.

Sağ alt Canberra'daki anıt, diğerleri Wellington'dakidir.

1. Dünya Savaşı, yani Çanakkale'de bizimle yaptıkları savaş, bu iki ülkeye, Avustralya ve Yeni Zelanda'ya, ulus olma şansını veriyor. Anavatan gördükleri Büyük Krallığa yakın olsalar da, örneğin Avustralya'daki ya da Yeni Zelanda'daki güneşin doğuşunu özlüyorlar. Çok küçük nüfuslarına rağmen verdikleri kayıp onları birbirine bağlayan bir görünmez urgan oluyor. İnsan sormadan edemiyor, bizim beraber yaşadıklarımız yanında yaşadıkları hafif kalacak bir toplum, uyum içinde ulus olabiliyorken, bizim ortaklıklarımız neye yetmiyor?


Note : Ne yazdığımı bildiğim için yeniden okumadım bile. İçimde hep bir kaygı son paragraf için. Yazarken de şüpheli yazmıştım keza. Türkiye'de olanlara, acılara kalp dayanmıyor ya... Bir ulusçuluk zihniyetinden ziyade bir acıları arttırmadan beraber yaşayabilme özlemi bu, anlatmaya gayret ettiğim.

Yeni Zelanda Ülkesi


Yeni Zelanda'ya gelmeden önce hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordum, araştırırken akılda kalan, bu iki ülkenin değişik bir ilişkisinin olduğunu görmekti: Neredeyse her yönden zıt.

Türkiye'ye en uzak ülke Yeni Zelanda. Aynı yarımkürede olmadıklarından mevsimler tamamen birbirinin zıddı. Ağustos neredeyse en soğuk ayken, yılbaşının denize girilerek kutlanması ise her yılbaşında kar yağmasını bekleyenler için garip. Saat dilimi de Türkiye'nin yaz aylarında 11, kış aylarında 9 saat farkla, bir ülkede gece yaşanırken, diğerinde gündüzle gerçek bir zıtlığı yaşatıyor iki tarafta da yaşamaya çalışanlara.

Yeni Zelanda dünyanın en genç toprak parçalarından, üzerindeki insan faaliyetleri de bundan 1.500 yıl kadar önce başlıyor. Medeniyetler beşiği topraklarımızı düşünürsek, Anadolu buraya göre hayli yaşlı.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Kafam çok karışıktı...

Kafam çok karışıktı... Karar vermeye çalışıyordum, kalmak mı zor, gitmek mi? İnsanlığın merak ettiği bu sorunun yanıtını bulup tarihe geçmeye kararlıydım.

Kalmak ve gitmek...

Bir konu kafanızı yoğun bir şekilde meşgul ediyorsa, mutlaka kendinizi başka bir şeyler yaparken bulursunuz. Bende de aynısı oldu. Facebook zaten baş köşemizde oturuyor, ona bir de twitter misafirliğe geldi. Bana söylemişlerdi zaten, sen twitterı seversin diye. Sevdim gerçekten; namlı sanlı kimselerin bildirimleri, arkadaşların serzenişleri, kimisinin özlü söz arayışı yanında, kimisinin anlık durum haberleri... İtiraf edeyim, iyi bir yazar olmasam da iyi bir twitter okuyucusu oldum.

Bir yandan beni tarihin renkli sayfalarına geçirecek cevabın peşindeymiş gibi yaparken, bir yandan da sanal arkadaşlarımla kah gülüyor, kah isyan ediyor, kah bir gerçeğe kendi kendimize baş sallıyor ya da cık cıklıyorduk.

Tam da o sıralar herkes Fazıl Say'ın üstüne gidiyordu; çünkü Fazıl Say akşam ezanının okunma süresinin kısalığını kendince eleştirmişti, üstüne bir de Hayyam'dan olduğu düşünülen sorgulayıcı bir rubai paylaşınca olan olmuştu. Artık Fazıl da gitmekten bahseder olmuştu.

Bizim tartışma ortamımız her daim zayıf, kavgamız gelişmiştir. Fazıl Say'a saldırı-tweetlerinden birisi şöyle bir şeydi: "Bu dinsizleri Hitler gibi sabun yapmak istiyorum."

Fazıl Say'a, "Yeni Zelanda'ya gel" dememek için zor tuttum kendimi, yani "ben geldim, güzel ülke" demek istedim, sonra düşündüm, "Sen de kararsızsın. Gitmekti, kalmaktı bir şeyler diyorsun. Şimdi adamı çağır, sonra sen git, ayıp" dedim, vazgeçtim. O da zaten Japonya'ya gitmeye kadar vermiş.

Kafam karışık, gitmenin tartısını kurdum, kalmanın boyunu ölçüyorum, ölçmekten kaçıp okuyorum da okuyorum.

Cüneyt Özdemir okuyorum. Başbakanın kızının ileride siyasete atılabileceği, bütün dış gezilere babasıyla katıldığını, iyi eğitimli olduğunu, başörtüsü nedeniyle yurtdışında okumak zorunda kaldığını ama sanatla ilgili olduğunu yazıyor. Haber başlığı, Türkiye'nin başörtülü bir başbakanı olabilir mi? Yazıda özellikle '"Başörtülü kız hanım hanımcık olur, öyle sanatla manatla uğraşmaz" klişesini kırması adına önemini bilmem anlatmaya gerek var mı?' cümlesi beni rahatsız ediyor: Bir, bizim ülkemizde "hanım hanımcık olmak" başörtüsü ile ilişkilendirilmez, ki sözün bu şekilde söylenmesi, kapalı olmayan bütün kadınların hanım hanımcık olmadığına gider ki Özdemir bunun altından kalkamaz. İki, başörtülü kişinin sanatla manatla uğraşmaması dini nedenlerle geneldir. Eğer sadece Birand'ın sözü üzerinden bunu klişe ilan ediyorsa, ben de klavuzu karga olanın derim...

Cüneyt Özdemir, bu ülkenin başörtülü insanlarına ülkeyi dar eden anlayış, derken ben gerçekten büyük bir saflıkla yaşananlara insani yaklaştığını düşünmüştüm, çok değil iki gün sonraki yazısında Fazıl Say'ı dindar insanları rencide etmekle ve ayrıca yalancılıkla suçlayıncaya kadar. İşte bu anlayış canımı sıktı. İktidarın dayanılmaz albenisi... Dindarlara hepimiz saygı duymalıyız ama eleştirenlere saygı duymamalıyız. Tabi yazıyı tam da böyle yazmamış Özdemir, bir insanla geçebileceği tüm dalgayı geçmeye uğraşmış. Tavsiye ederim twitter'dan takip ediniz her ikisini de. Özdemir'in kafasının biraz karışık olduğunu göreceksiniz.


Aaa benim kafam karışıktı asıl ve çözmem gereken bir soru vardı değil mi?

Neyse artık, ben de kaytarmayayım...


Fazıl Say ve Cüneyt Özdemir yazılarına aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.

http://birbak.mynet.com/tartisma/kiyamet-koptu/16014
http://www.tumkoseyazilari.com/yazar/cuneyt-ozdemir/22-04-2012-turkiyenin-basortulu-bir-basbakani-olabilir-mi.html
http://www.tumkoseyazilari.com/yazar/cuneyt-ozdemir/24-04-2012-bir-fitne-yazisi-koskte-golge-kabine-mi-var.html