24 Nisan 2012 Salı

Satoko

Satoko, ülkesine, Japonya'ya döndü üç hafta önce... O kadar üzüldüm ki, gideceği haberini duyunca... Oysa gidiş tarihi önceden belliydi... ancak eşinin işi nedeniyle buradaydı ve şirket kalma süresini uzatabilirdi... Ben niyeyse gönülden inanmışım bu sürenin uzayacağına, uzun süre görüşebileceğimize, bana Japonca öğreteceğine...

Satoko went back her to country, Japan, three weeks ago. I felt really sad, when I found out that she would go back. Actually I knew her return date, but she was here due to her husband's job and the company could not lengthen their time... I beileved deeply that this time will been got long, we'll keep in touch and she'll teach me Japanese...

Yeni Zelanda'ya gelirken bu aklıma gelmemişti... burada gerçekten çok güzel arkadaşlıklar da kuracağımı düşünememişim... Kafam hayallerimle, bıraktıklarımla, beklediklerimle o kadar meşgüldü ki...

When I arrived here, I couldn't think this... I couldn't think that I'd make really good friends... I was confused with my dreams, things which I left behind unfinished and my expectations...


Satoko ile aynı gün başladık dil okuluna... Daha ilk günler, etrafa sadece bakıyorum... Çok çabaya gerek yok Satoko'yu görmek için... O kadar sıcak, güler yüzlü ve kibar ki... Ayrıca çok da disiplinli, öğrenilen her kelimeyi hayatına uyarlıyor ve çabucak öğreniyor. Okul çok hareketli, her hafta yeni birileri geliyor ve birileri gidiyor. Gelen kişilere ilk fırsatta kendini tanıtıyor ve onlar hakkında bilgi ediniyor. Beraber öğle yemekleri organize etmeye çalışıyor, herkesin e-mail adreslerini alıyor ve parti organizasyonları yapıyor. Çünkü biliyor biz ancak iletişim kurarsak bu dili öğrenebiliriz. Çok meraklı, diğer kültürlerden olan her şeye, müziğe, yemeğe, dansa... Japonlar çekingen bilinir, Satoko'yu gördüğünüzde düşündüğünüz bu değil. O, çekingenliğini aşmak için çaba gösteriyor sadece... Bir şey kafasını meşgul ettiğinde, başını yana eğip yukarı bakıyor, bu çocuksu ifadeyle çok tatlı oluyor...

I started in the language school on the same day as Satoko. At first, I was just looking around. It didn't take long to notice her. She was sympathetic, cheerful and polite. Also she was well-disciplined, so she learnt quickly. School was very active, every week someones come and someones leave. She met everyone who just arrived and got to know about them. She organised lunchs, got e-mail addresses and gave parties, because she knows that we learn any language through communication. Also she's curious about other cultures, music, dining, dancing. Japanese are well-known to be reserved, but Satoko was out-going. She endeavors to do this. When she thinks something, she leans her head against her shoulder, when she does this, she is very cute :))

Beraber çok güzel zaman geçirdik, çok güzel arkadaşlıklar yaşadık, yemekler yaptık, şarkılar söyledik, çimenlerde yayıldık, masanın altına saklandık, sarhoş olduk, koroya gidip "magnificaant" diye ünledik.

We spent really nice time together, we got a lot of friends, cooked, sang, a sit on the grass, hid under the table, got drunk, screamed "magnificant"

My Satoko... Türkçede seygiyle bahsederken sahiplik iyeliğini kullanır olduk son yıllarda, yanlış mıyım?, sanki eskiden kullanılmazdı... daha eskisini bilmiyorum ama samimiyetimiz, sevgimiz daha gösterilebilir, gösterilmesi daha meşru sanki bu yakın zamanda. Bu ifade şeklini seviyorum, içten, kalpten geliyor bana. Bu ifadeyi İngilizce kurmak... doğrusu İngilizcede böyle bir ifade hiç duymadım, içimden geldiği için söyledim ve Satoko'da bunu anladı ve karşılık verdi. Tevekkeli değil, ayrılırken konuştuk: İngilizcemiz o kadar kötüydü ki, ilk günler muhtemelen sadece iyi hislerimizle anlaştık.

My Satoko... In recent years we have started using possessive suffixes as a term of endearment in Turkish. I am not sure, I suppose, we didn't use to do that. Anyway, I think we are able to show our feeling freely and easily recently. I love this expression. Remind me by heart. To use that expression in English. To be honest, I've never heard this kind of expression in English. I feel sincere and said this to Satoko and she understood me and responded to me in the same way. When we were leaving, we talked that about our first days. When we didn't have enough English to communicate, probably we got along just through our good feelings :))

Gözyaşlarımızı tutamadık ayrılırken... güldük hatta ağlamamıza... sonuçta çok güzel vakit geçirdik beraber... birine İngilizce "my" deme ihtiyacı hissetmek... O zaman ne mutlu bana :)))

When they were leaving, we couldn't help crying... laugh after our crying... consequently we spent perfect time together. To be good friends to speak English. I'm happy about that :)))

Not: Bu arada burada gerçek arkadaşlık olabileceğini bana ilk gösteren sevgili Patricia'm, çok teşekkürler sana :)))

P.S. By the way Thank my Patricia for showing me to be able to make good friends here :))) 







20 Nisan 2012 Cuma

Turuncu Toplar ve Çapraz Geçiş

Otobüs şoförlerinden başlamışken anlatmaya, biraz da trafik, yayalar ve yolcu taşımacılığından bahsetmek istiyorum.

Auckland'a geldiğimde şikayet konularımın başında otobüs ulaşımı geliyordu. Böylesine gelişmiş görünen bir ülkede metro sistemi olmamasını şaşırtıcı buldum, insana ve ihtiyaçlarına öncelik verdikleri çok belli olan bu ülkede otobüs saatleri pek seyrek ve erkenden sonlanıyor, otobüs dışındaki tek alternatif ise sadece taksi... Taksi de otobüs de oldukça pahalı... Kısa bir süre sonra bu yadırgayan tavrımın İstanbul'dan gelmem nedeniyle olduğunu anladım tabi; nasıldır İstanbul... beş dakikada bir otobüsler, o yoksa dolmuş, taksi dolmuş, metro, metrobüs, vapur, feribot, motor...

Auckland by Sevgi İkinci

Türkiye'nin en büyük şehri İstanbul'da belki de 20 milyonu aşkın kişi yaşıyor, New Zealand'ın en büyük şehrinde 1,5 milyon. Yeni Zelanda'nın toplam nüfusu ise sadece 4,5 milyon. Farklı olan sadece nüfus yapısı değil, yerleşim de bizimkine hiç benzemiyor. Burada küçük şehir merkezinde yaşam alanı olarak kullanılan gökdelenler var. Bu gökdelenler sayılıdır, halkın çoğunluğu bahçeli, müstakil evlerde yaşıyor. Apartman diyebileceğiniz yapılar, müstakil evlere oldukça benziyor, diğer evlere uyumlu bir şekilde dizayn edilmiş, en fazla üç katlı, yanyana dizilmiş evler gibi diyebiliriz. Tabi böyle olunca oturulan mahalleler çok geniş bir alana yayılıyor ve ulaşım da kişisel araçlarla sağlanıyor. Uzakdoğunun ikinci el araçlarının ülkeye girişi gümrüksüz ve bu da fiyatları aşağı çektiğinden kullanabileceğiniz düzgün bir aracı 2-3bin Yeni Zelanda Dolarına edinebiliyorsunuz. Sürücü belgesi 15 yaş itibariyle alınabiliyor. Her evde 2-3 araç olması normal karşılanıyor.
Bu bilgilerin ve gözlemlerin ardından otobüslerin neredeyse sadece kamu hizmeti için var olduğunu görüyorsunuz, çünkü bilet pahalı olsa da bazı hatlar 2-3 yolcu için hareket edebiliyor. Metro yapılmaması, zarar edeceğinden korkulmasından olabilir...

Otobüs ücretleri 1,80 Nzd'den başlıyor. Şehir, stage denilen bölgelere ayrılmış ve ücret buna göre ödeniyor. Yaklaşık 30-40 dakika yolculuk yapılan alan 3.stage'e denk geliyor. 3.stage ücreti 4,5 Nzd ile oldukça yüksek bir meblağ. İlk 6 ayımda homestay'de, yani bir Kiwi aile --Yeni Zelandalılar kendilerine Kiwi diyor, bu isim Kiwi adlı uçamayan, kör Yeni Zelanda'ya özgü kuştan esinleniyor-- ile beraber yaşadım, şehrin dışında şirin bahçeli bir evde. Bu dönemde şehirde yaşamanın hayalini kurdum. Şehre taşındığımda da gördüm ki şehirde yaşayanların neredeyse tamamı benim gibi öğrenci ya da buralı olmayan kimseler.

Bu bilgilerden sonra yazıya başlığını veren turuncu toplara ve çapraz geçişe gelelim. Bu iki uygulama da insana öncelik verdiğinden sevdiğim, ilgimi çeken ve Türkiye'de uygulanmayan ve bu nedenle de daha önce bilmediğim trafik kuralları.

Turuncu toplar, yaya geçitlerinin iki başında bulunuyor, bazıları yanan turuncu ışıklar şeklinde, özellikle gece yoğun olan bölgelerde lamba olanlar tercih edilmiş, bazı yerlerde de tabela şeklinde uygulanmış. Anlamı şu; aracı ile hareket eden kişi turuncu toplu alanın yakınında bir kişi görürse yavaşlamak, durmak ve kişi karşıdan karşıya geçecekse geçişi beklemek zorunda. Trafik aslında çok büyük değişiklik göstermiyor, turuncu topu olmasa da Türkiye'de de, sürücü eğitimlerinde de söylendiği gibi yaya geçidinin manası aynıdır ancak uygulayan bir kişi bile yoktur. Belki buradaki en belirgin fark, trafik kurallarının uygulanıyor olması.

Çapraz geçiş ise biraz farklı. Bu uygulama Türkiye'de yok ama uygulandığı başka ülkeler varmış. Auckland'ın en büyük ve merkezi caddesi Queen Street. Cadde bir çok yerden yollarla kesiliyor ve dörtyollar oluşuyor. İşte bu dörtyol noktalarında yayalar için yeşil ışık her yön için aynı anda yanıyor ve istediğiniz tarafa yaya olarak geçebiliyorsunuz, çapraz bile. Bu uygulama büyük caddeler ve yayanın çok olduğu merkezi noktalarda uygulanıyor her trafik ışığı bu şekilde değil. Bu uygulamanın yapıldığı noktalarda araçlar yol alabilmek için yayalara iki kez yeşil ışık yanmasını beklemek durumunda, bu nedenle de bu yollara girmek araçlar için pek hoş değil. Uygulamanın trafiği diğer yollara vermeye teşvik ettiği düşünülebilir ama her şeyden önce insani ve hayatı kolaylaştırıcı. Her yerde uygulansın derim...

Son olarak bütün trafik ışıkları düğmeli, trafik lambasını çalışır duruma getirmek için basmanız gerekiyor ve lambalar yandığında "çiuuv" soundunda bana kuş sesini hatırlatan sesli uyarıyı da yapıyor. İlk zamanlarımda bu sesi her duyduğumda tekrar etme dürtüsü doğuyordu bende, niyeyse :)) "çiuuv"

Not: Bu kadar trafikle ile ilgili yazı yaz, trafiğin bu ülkede soldan aktığını yazma... ben gerçekten alışmışım bu ülkeye... oysa geldiğim ilk zamanlar karşıdan karşıya geçerken ters tarafa baktığım için ölücem, diyordum :))

Sevgi İkinci






19 Nisan 2012 Perşembe

Yeni Zelanda'nın en ilgi çekici meslek grubu

Hava ışıl ışıl... Bu güzel sonbahar gününde, kendimi hızla dışarı atıyorum. Niyetim Auckland'ın kuzey merkezi Takapuna sahiline gitmek. Şehrin merkezinde  tertemiz sahiller bulmak harika. Takapuna'ya ulaşmak için şehir merkezinden yaklaşık 20 dakikalık bir otobüs yolculuğu yapmalıyım.

Durakta bekliyorum ve otobüs geliyor. Şoförü gördüğümde ilk tepkim gülümseme, aklımdan da "sizi seviyorum" demek geçiyor. Otobüs şoförümüz, biraz kilolu ve koltuğunu tam anlamıyla kaplıyor ama ilk göze çarpan şu; sapsarı ve kıvırcık ve neredeyse beline kadar uzun saçlarını tarayıp iyice kabartmış, sonra onları ikiye ayırmış, yüzünün iki yanından akan iki şelale, sonra minicik dudaklarına sürdüğü kırmızı ruj ve masum mavi bakışlarıyla 45 yaşlarında bir teyze... şimdi gel de sevme bu tatlı kadını... herkese tek tek yardımcı oluyor şoförümüz, yolcular yerlerini alıyor ve yola çıkıyoruz.

Giderken aklımdan bir bir "otobüs şoföründen etkilenme" anlarım geçiyor. O anda anlıyorum ki bu anlar hiç de az değil...


Esmer tenli ve sarı saçlı ablamız saçlarının peruk olduğunun anlaşılması umrunda bile olmadan ustalıkla kullanıyor otobüsünü...

Beyaz saçları ve sakalları birbirine karışmış kulağında küpesi yaşı hayli ilerlemiş ama dinç görüntüsü ile insana güven veren otobüs şoförümüz...

Çok zayıf yapılı beyaz tenli, altında kısacık şortu ve dizine kadar çektiği beyaz çorapları ve başındaki kovboy şapkasıyla yolcuları ile özenle ilgilenen şoförümüz...

Bir gün havaalanına gidiyoruz geç vakit... Arkadaşımız gelmiş uzaklardan onu karşılayacağız... Toplasan beş yolcuyuz... Otobüse binişimiz ardından şoför ışıkları kapattı ve müzik...  Alana gidene kadar müzik ziyafeti çekti bize... Öyle keyifle yolculuk yapmıştık ki, uzaklardan gelen ve bu ülke hakkında ona ilk fikri verecek otobüsü kaçırmasına üzüldük ama şanslıydık, dönüşte aynı şoföre denk geldik ve geceye müzikle devam etmemizi sağlayan bu şoföre minnet duyduk.

Yol sorduğum ve bana yardımcı olmak istediği için öne oturmamı rica eden benimle sohbet ederken bir yandan da kendi alanında duyabildiği müziğe ıslığıyla eşlik eden kısaca kendi kişiliğiyle işini iyi yapan sevgili otobüs şoförünü de unutmamalıyım...


Buranın yerli halkı Maori'lerin oldukça belirgin bir fiziksel yapıları var... kadını erkeği oldukça kilolu, ancak  çoğunlukla şişman bir görünümden ziyade kalıplı diyebileceğimiz iri bir yapıya sahipler... Esmer tenliler ve harika bir dövme gelenekleri var. Yapımının nasıl olduğunu duyduğumda biraz irkilmiş olsam da muhteşem desenleri olduğunu belirtmeliyim. Son yıllarda kamu işinde çalışanların dövme yaptırması serbest bırakılmış. Kolu boydan boya dövmeli ya da yüzünde dövme olan bir otobüs şoförü ile burada karşılaşabilirsiniz.

Yeni Zelanda bir çok İngiliz kaynaklı ülke gibi diğer ülkelerden pek çok göçmen barındırıyor. Bu da renge renk katıyor elbet... Buraya her gelen kendi kültürünü, elbisesini, dinini, geleneğini getiriyor. Göçmenlere kendi kültürlerini yaşamakta büyük sınırlar getirilmemesi de bunları normal yaşamın içinde görmenize ve kolaylıkla benimsemenize neden oluyor. Burada en büyük göçmen grubu Çinliler, ardından da Hindular geliyor. Otobüs şoförü koltuğunda Çinli bir amca ya da bir Hindu görebilirsiniz.

Belirtmeliyim, burada görevlilere bir şey sorduğunuzda size gerçekten yardımcı oluyorlar. Bilmedikleri bir konuysa bilene yönlendirmeye çalışıyorlar. Bu sadece otobüslerle sınırlı da değil. Bir de çok güzel bir gelenekleri var. "Teşekkür etmek".  Otobüse binerken çoğunlukla evine misafir kabul eden bir ev sahibi ile karşılaşıyorsunuz, size "hoş geldin" gülümsemesini sunuyor, siz de selamınızı veriyorsunuz, inerken de teşekkür ediyorsunuz.

Bu genel saygı ama her şeye, herkese olan olan saygı beni mutlu ediyor. Bunlar etrafında olurken insan daha çok insan oluyor.

Belki bu sadece benim penceremden görebildiğimdir ama yine de iddia ediyorum, bu ülkenin en ilgi çekici meslek grubu "otobüs şoförleri"

Sevgi İkinci





18 Nisan 2012 Çarşamba

Bungy-Jumping Ve...




Annem haklıydı: Bunu çok sonra anladım tabi.

Küçüktük, çok küçüktük, Selma vardı, okuldan arkadaşım. Bize gelmişti, annem hiç mi hiç sevmemişti onu. Arkadaş olmamızdan hoşlanmamış ve en azından benim onların evine gitmeme engel koyabilmişti. O bize gelebilirdi ama hiç gelmese de iyiydi.

Bir apartmanın dördüncü katında oturuyoruz, o küçük kasabanın yeni binalarından, üç odalı ünvanlı olup şekilsiz, ancak bizim oyunlarımızın sığabildiği balkonları olan... Balkonlar yarıya kadar duvar, yarıdan sonrası demir parmaklık...

Bir gün bize geliyor Selma. Annem evde yok, sadece ben  ve benden 2 yaş küçük kız kardeşim. Oyunlar oynamış olmalıyız beraber, mutlaka öyle olmalı. Sonra değişik bir oyun öneriyor Selma bize, önce kendi oynuyor... Balkonun demir parmaklıklarından dışarı çıkıyor, tüm vücuduyla, ayakları balkonun dışından  balkon duvarının üzerinde, elleri demir parmaklıklara tutunmuş... Rüzgarda dalgalanıyor sanki Selma... Elleri ve ayaklarıyla bağlı, sıkı sıkıya tutunmuş, gövdesini havalandırıyor sadece, sadece meydan okuyor...


Yıllar sonra...

Bungy Jumping...

 "Mutlaka yapılmalı" listeme almışım ama çılgınlar gibi korkuyorum... Üstüne son yıllarda gelişen yükseklik korkusu gelmiş, başım dönüyor yükseklerde... Yeni Zelanda'ya kadar gelmişsen bu ülkenin en popüler aktivitesini de yapacaksın, değil mi ya? Bu gel-gitteyim...

"Tamam yani buradayım elbet bir gün atlayacağım", derken...

Demet, Bülent ve ben Rotorua'dayız, ertesi gün planı Taupo'ya gitmek. Demet diyor ki, "Arkadaşlar hep Bungy-Jumping'i hep Taupo'da yapıyorlar. Fotoğraflarını gördüm, çok güzel, Kuzey adanın da en iyi Bungy-Jumping alanıymış. 

Çok sevdiğim bir arkadaşım bungy benzeri bir atlayışı zaten yapmış olduğumu iletmişti,Yeni Zelanda'ya gelerek... Neredeyse Türkiye'ye en uzak ülkeye, sevgili ailemi, çok sevdiğim arkadaşlarımı, işimi, düzenimi bırakarak gelmek," bungy" olabilir mi?

Bungy yapılacak alana geldik, sevgili Demet ve Bülent ile... O kadar güzel bir yere kurulmuş ki alan... Atlayacağımız platform 47 metre yüksekte... Taupo Gölü'nden kaynak bulup Pasifik'e dökülen Yeni Zelanda'nın en uzun nehri Waikato River, dirsek yapmış, bu 47 metrelik uçurumun altında... Etraf koyu yeşil renklerde...  suyun rengi bile... O kadar etkileyici bir güzellik ki... Bir de korku olmasa...

Bir gece önceden beri ben nasıl atlayacağımı düşünüyorum, içim ürperiyor. Demet kesin kararlı, ben "Biraz daha düşüneyim", diyorum. Bülent de, "Hiç aklımda yoktu ama gelmişken ben de mi atlasam", sorusuyla meşgul.

Sonunda Bülent "Ben de" dedi.

Çok yüksek bir yerden atlamak... korkular... yaşın getirdikleri... korku... öğrenilmiş bir duygu, deneyle sabit... bunu bunca hissetmek... her gün birşeyler daha çok korkutuyor... korktukça korkuyor, korkmaktan sıkılıyorum, bir kıskacın içinde hissediyorum, alan gün be gün daralıyor, artık nefes alamıyorum, ben bunalıyorum, sen bunalıyorsun, çıkış bulamıyoruz, off...

Bir anda ışık yandı, aydınlığın gülümseyen suratı... tabi ya... hayatı ciddiye almaktan, kendini fazla önemsemekten oluyor bunlar... dayatılıyor sana yaşam... "en" olmaya zorlanıyorsun... en başarılı... en çalışkan... en zeki... en güçlü... kocaman bir "en" yarışı... yarışın yalnızlığı... bazı işleri kotarıyor, bazılarını beceremiyorsun... beceremeyince kendini eksik hissediyor, başardığında onu kaybetmekten korkuyorsun... sonuçta sana, işine, yaptıklarına bir saygı var... kısaca kendini bir şey zannediyorsun... işler illaki bu yolla ilerlemek zorunda değil... bazen ananın seni çok sevmesi bile senin kendini dünyanın en önemli kişisi sanmana neden olabilir... bu da olması gereken belki... sevdiklerimizle dünyanın en önemli kişisi olsak ve aslında bilsek hiç de öyle olmadığımızı... daha az zahmet, daha az yarış, daha az kırgınlık... nesin ki? dünyada bir zerreden ibaret... doğumla ölüm arasındasın diye okumaktasın bu sözleri... yarın yoksun... gerçek bu... korkular... yersiz... bi de ne ki korktuğun? az sonranı bilmeden yaşıyorsun....

"Ben de" dedim bi anda...

İsimlerimiz kaydedildi. Sağlık problemimiz olup olmadığı soruldu. Kilolarımız ölçüldü ve koyunlar gibi atlamak üzere sıraya girdik. Doğa muhteşem güzellikte ama biz heyecanın etkisine girmişiz çoktan... İki görevli, atlayacakları hazırlamak üzere en fazla iki kişiyi platformun uç kısmına alıyorlar. Bülent ve Demet önce girdiler uç bölüme... Bülent bir anda ilk atlayacak olanın kendi olduğunu fark etti, gülerek... ayakları bağlandı, göğüslüğü takıldı. Ben de kapıda bekliyor, heyecanla takip ediyorum olanları... Görevlilere sordum, ne sıklıkla atladıklarını... Erkek olan "I'm a chicken" diye yanıtladı. Hiç atlamamış. Kadın ise 80'in üzerinde atlayışı olduğunu, en son bir sakatlık geçirdikten sonra artık atlamadığını iletti. Heyecanı dindirmek için sorulan sorular tamamen boşaydı.

Bülent'in hazırlığı bitti. Ayağına bağlı ağır iple platformun tam kıyısına getirildi. Görevliler için her şey çok kolay 1-2-3 diyorlar ve kendini hemen, öyle aşağı bırakman gerekiyor. Bülent ilk sayımda atlamadı. Onu yüreklendirmeye çalışan ise tavuk gibi korkan görevli... ironi... İkincide artık Bülent büyük bir cesaretle bıraktı kendini aşağı... Çığlığı çok güzeldi... kesintisiz aşağıya inene kadar yükselip alçalmayan bir çığlık...

Eee sıra Demet'in... Bir anda fark ettik ki benim yüreklendirilmeye ihtiyacım var. Yer değiştirdik... ben ikinci olarak atlayacağım... hazırlanıyorum ama o atlama anı gözümde büyüyor... Uyardılar... Çeneyi göğsüne bastırarak atlamamızı istediler... Aslında atlamak değil, kendini aşağı bırakmak... ben kendi kendime talim yapıyorum, çabam heyecanımı bastırmak...belki de öyle daha çok belli oluyor...

İpimin çekildiği an... aşağı süzülme zamanı... ip çok ağır, kıyıya yanaşıyorum ip daha çok aşağı çekiyor... güçlüyüm kıyıda duruyorum. Görevli kameraya merhaba de diyor, bakıyorum ve hızla çeviriyorum kafamı... hemen sayıyor 1-2-3... hayır atlayamıyorum... yeniden 1-2-3 yine atlayamıyorum... yardım ister misin diye soruyor... önce hayır, sonra evet diyorum... sadece küçük bir dokunuşa ihtiyacım var... Bir yandan Demet "atla, nolucak, atla gitsin" diyerek sözel destek veriyor... ve o dokunuş bana varana dek ben atlıyorum... Üzgünüm gözlerimi kapattım... sadece atlarken olsa da... toplam süre çok kısa... saniye önemli...  zor kısım atlamak, sonrası gondola binmek ya da dönmedolapta oturmanın bir başka ve belki biraz daha hızlı şekli...

Bungy üzerine felsefe yapılacak bir şey değil aslında... sadece korkumun kaynağının kendimi önemsemek olduğunu fark etmek, hoşuma gitmedi. Meydan okumak istedim kendime... çok zordu...
ama atladım... "Selmaaaaaaaaaaaaa" diye.  

Yaşam sonuna dek yaşanmaya değer yalnızca... korkuyla kaybedecek vakit yok....

Sevgi İkinci