26 Aralık 2012 Çarşamba

Karadenizin Kara Ateşi ile Maorilerin Hangisi



Yeni Zelanda'nın yerel halkı Maorilerin ünlü yemek pişirme yöntemine Hangi deniyor. Telaffuzu haynni gibi okuyabiliriz. Yemeğin pişirilme süreci oldukça uzun ve zahmetli ve sonucunda çok lezzetli bir yemek sizi bekliyor. Bu yemek pişirme yöntemi hakkında bilgi edinirken aklım çocukluğumdan “iyi ki” bildiğim Karadeniz’in kara ateşine gitti. Karadeniz’in diyorum ama tarihsel ya da kültürel bağlantısını bilemiyorum ne yazık ki, bildiğim sadece deneyimim, şahit oluşum. Araştırmak istediğimde hakkında hiçbir şey bulamadım, belki başka isimler kullanılıyor, kara ateş yerine. Önce Maorilerin hangisi…  
Bir Maori köyü olan Mitai'yi ziyaret ettiğimde bu yemekten tatma şansım olduğu için mutluyum, çünkü bu şansa erişmek her zaman mümkün olmuyor. Rezervasyonsuz bu büyük organizasyona katılma şansınız yok. Kültürlerini en iyi şekilde tanıtmak isteyen Maoriler, sizi onlarının kültürünün bir parçası haline getiriyor bir kaç saatliğine, bir yandan öğrenip bir yandan başka bir kültürün tadına bakıyorsunuz. ( Mitai köyü hakkında detaylı bilgi için http://www.mitai.co.nz/ )
Mitai Maori Köyü / Hangi usülü yemek
Fotoğraf: Bülent Boyacı
Hangi için; büyük taşlar ya da günümüzde daha çok demir parçaları, sıcaklığı 700 dereceye çıkarılmak üzere, üzerlerine koca bir palet büyüklüğünde ağaçlar konularak yakılıyor, kaya ya da demir blokların sıcaklığa ulaşması 2,5 saati buluyor. Başka bir yerde oldukça büyük bir çukur kazılıyor ve toprak ısıtılmak amacıyla çukurun içinde de bir ateş yakılıyor.
Sıcaklığı yeterli düzeye ulaşan kaya ya da demirler ısıtılmış çukurun üzerine yerleştiriliyor ve üzerlerine lahana yaprakları atılıyor, yemekle kor ateşli parçaların direk temasını uygun bir şekilde kesmek için. Bazı yerel ağaçların yaprakları da aynı işlev için kullanılabiliyor ya da kullanılıyormuş eski tarihlerde. Çukurun etrafına ıslatılmış çuval bezleri seriliyor, yemeğin buharla pişmesini sağlamak için. Ardından tavuk, et, patates, buranın tatlı patatesi kumara gibi dileğe göre doldurulmuş sepetler bir bir çukura yerleştiriliyor. Pişirilecek malzeme ile dolu çukur üzeri yemeğin etkilenmesini önleyecek, uygun bir örtü ile kapatıldıktan sonra, üzerine toprak yığılarak yemek tamamen gömülüyor. Yemeğin yenecek hale gelmesi 4 saati buluyor. Bu zahmetli ve devasa yemek elbette günlük değil, Maoriler hangiyi ancak düğün, cenaze gibi bir köyün tamamına yemek verilecek zamanlarda yapıyorlar. Son zamanlar da bir de turistik amaçlı tabi. Türkiye’de yaşayanlar, çeşitli kültür katmanlarının etkisiyle bir şekilde bu yemeğin nasıl bir lezzete sahip olabileceğini tahmin ederler, benim aklıma ilk gelen örnek tandırda pişen ettir, örneğin. Hangi hakkında aşağıdaki videoyu izleyerek de bir fikir sahibi olabilirsiniz.


Gelelim Karadenizimizin kara ateş’ine…
Benim köyüm Trabzon’un Tonya ilçesinin Karaağaçlı köyü. Benim köyüm diyorum çünkü annem de, babam da aynı köyden ve ben orada doğmamış olsam da ailemin bağlantıları, bilgisi, görgüsü bu köyden geliyor.
Karadeniz evleri genellikle ahşap olarak bilinir, bizim köyümüzün eski köy evleri taştandır. Annemin babaannesinden aktardıklarına göre eskiden Rumlarla Türkler aynı köyde beraber yaşarlarmış ve köyün evlerini Rumlar yaparmış. Annemin babasının evinin üst tarafında küçük bir tepecik vardır, orada eskiden bir kilise varmış, şu anda kalıntısı bile yok. Kurtuluş Savaşı yıllarında büyüklerimizden “muhacirlik” diye duyduğumuz zaman diliminde köydeki Türkler Samsun’a kadar gitmiş. Gidenlerin bir kısmı Samsunda kalsa da önemli bir bölümü geri dönmüş, Rumlar hariç tabi. Geri döndüklerinde köydeki bütün evler yıkıkmış, ayakta duran tek ev annemin ailesinin evi imiş ama Türkler ev yapmayı bilmiyorlar, gelmişler eve bakıp benzerlerini yapmışlar.
Bu eski taş evlerin benim gördüğüm kadarıyla hep iki kapısı var; durumu iyi olanların oda sayısı daha fazla. Evlerin içinde tuvalet ya da banyo gibi bir bölme yok. Bunlar hep sonradan ekleme. Oturma alanında mutlaka şömineye benzeyen bir baca sistemi var. Eskiden bunun önünde de bir kara ateş varmış. Ben köyde hiç kara ateş görmedim. Benim gördüğüm bütün evlerde zemin tahtayla kaplanmış ve kuzine kullanılmaya başlanmıştı. Kara ateş, yılın sadece belli bir bölümü kullanıldığından fazla yatırım yapılmayan yayla evlerinde vardı. Evlerin geçmişi nedeniyle kara ateşin de Rumlardan kalma bir yöntem olduğunu tahmin ediyorum.
Büyük tek kalıp bir taşın ortalama bir derin tepsi büyüklüğünde oyulmuş ve evde hemen şömine bölümünün önüne yerleştirilmiş haline kara ateş denir, şeklinde bir tanım yapabilirim ya da bu da tıpkı Maorilerde olduğu gibi bir yemeğin pişirilme yöntemidir denilebilir.
Ben kara ateşte sadece ekmek pişirildiğine şahit oldum. Bu da çocukluğumun unutulmaz en önemli lezzetlerindendir.
Köyümüzde ekmek evde yapılırdı, hala yapanlar vardır sanıyorum. Köylüler tekne ( ekmek teknesi ) dedikleri büyük bir tencere büyüklüğündeki kabı ( benim şahit olduğum yıllarda bu kap genellikle plastiktendi ) sadece ekmek yapmak için muhafaza ederler. Teknenin içinde bir kısım hamur mutlaka bırakılır, bir sonraki ekmeğe maya olması için. Ekmek beyaz undan yapılır. Köyde buğday yetiştirilmediğinden bu satın almaya tabi bir kullanımdır.  
Kuzenim Karaağaçlı köyünün yakın yaylası
Sanga'da kara ateşi yakıyor.
Pişirme işlemi için önce kara ateş odunlarla ve Karadenizin mis kokulu çam çırasıyla yakılır. Taş iyice ısındıktan sonra ateş ve çukurun içindeki kül kenara süpürülür. Kızgın taş külden iyice temizlendikten sonra Karadenizin kara lahana yaprakları çukurun içine serilir, tozla bağlantıyı kesmek yanında ekmeğe de lezzetini katar bu. Sonra da hamur bu kızgın taş tepsinin içine dökülür. Üzerine sac kapatılıp kenara süpürülmüş ateş sacın üzerine taşınarak ateş ve sıcaklık sürdürülür. Tam süreyi hatırlayamıyorum yaklaşık bir saat olsa gerek, ateş kenara alınıp sac kaldırılır ve ekmek pişmiş ekmek dışarı alınır. Lahana yaprakları çıtır çıtır dökülür ekmekten, kalan harika bir lezzettir.
Bazen çocukluktan kalan ne ise neden çok kıymetli olduğuna aklım takılır, ilkler mi, farklılıklar mı, saflıklar mı?




15 Mayıs 2012 Salı

Anzak Günü

Yeni Zelanda'ya gelmeyi planlarken, bunu paylaştığım kardeşim, "yanında bir bavul da Çanakkale hatırası götür" demişti. Sevgili kardeşimin ne demek istediğini buraya geldiğimde anladım.

photographs by Fatih Börekçi in Çanakkale

Yeni Zelanda'yı neredeyse hiç bilmiyormuşum, araştırmaya başladığımda zaten bunu görmüştüm ama bu ülkeye geldiğimde bir şey beni çok daha fazla şaşırttı, Yeni Zelandalıların bizim ülkemizi çok yakından biliyor olması. Neredeyse tanıştığım her üç Kiwi'den biri ben şu kadar süre önce Türkiye'ye gittim diyor, İstanbul, Kapadokya, Bodrum, Antalya'dan bahsediyorlar.

Kiwi'ler dünya'nın dibindeki ülkeleri ile kendilerini dünya sahnesine biraz uzak hissediyorlar. Gençler "overseas" dedikleri denizaşırı ülkelere ortalama iki yıllığına deneyim kazanmaya, dünyayı tanımaya gidiyorlar. Ülke tercihleri değişkenlik gösteriyor, ancak yoğunluğun Avrupa ülkeleri olduğunu söyleyebiliriz. Buna Amerika, Japonya ve Singapur, Malezya gibi bazı uzakdoğu ükelerini de ekleyebiliriz. (Avustralya bana göre Yeni Zelanda'nın büyük abisi, orayı overseas görmedim :) İşte Türkiye de, bu dünya seyahatinde gezilen ülkeler arasına giriyor aramızdaki Anzak bağı ile.

Biz Anzak diye yazıyoruz ancak bu bir kısaltma olduğu için ANZAC yazmalıyız. (Ben yazıma genel kullanım olduğu için Anzak ile devam edeceğim.) Anzak, Avustralian and New Zealand Army Corps'un kısaltması. İki ülkenin askeri gücünü aynı çatı altında birleştirmesi, daha sonra da aynı ad ile aynı günü anma günü belirlemesi  dünyada bir ilk. Anzak'ların Çanakkale'ye ayak bastığı 25 Nisan günü, 1916 yılında resmi olarak Anzak günü kabul edilmiş ve bu iki ülkenin de en önemli tarihi günü.

Avustralya ve Yeni Zelanda toprakları, Büyük Britanya İmparatorluğunun sömürgeleri konumundaydı daha önce ve nüfusu imparatorluğun bu topraklara çeşitli şekillerde getirdiği kimselerden oluşmaktaydı. Bu ülkeler bugün de gönüllü olarak İngiliz Milletler Topluluğu üyesi ve Birleşik Krallık hükümdarını sembolik olarak en üst düzey yönetici olarak tanıryorlar. Avustralya için İrlandalı, Yeni Zelanda için İskoç nüfus yoğunluğunun bulunduğu söyleniyor. Bunu bugün aksan benzerlikleri ile bulmak da mümkün. Bugün, diğer yeni dünya ülkeleri gibi oldukça karma bir nüfusa sahipler, bu iki ülkede de Asyalı nüfusu dikkat çekiyor.

Birinci Dünya Savaşı başladığında Avustralya henüz 13, Yeni Zelanda ise 7 yıldır bağımsız devlet statüsünde. Avustralya'nın resmi  ANZAC Day sayfasında çiçeği burnunda hükümetin, dünyada bir ulus olarak tanınmasını arzuladığı bu nedenle de İngiltere'nin safında savaşa asker gönderdiğini yazılı. Özellikle Yeni Zelanda için bu ülkeye çeşitli vaatlerle getirilen halkın anayurt kabul ettikleri Büyük Britanya'ya yakın olma isteğiyle savaşa katıldığı düşünülüyor. Bunları birleştirecek yorum ise bir ülkeyi ulus yapan şeyin "ortak acılar" olduğu gerçeği.

Savaştan dönen askerler, kaybettikleri arkadaşlarını aramak ve anmak için şafak vaktini seçmişler. Şafak vakti Gelibolu'yla sembolik bir bağlantı, savaş sırasında hücum için tercih edilen zaman, şafak vakti. Askeri töreni hatıranın en yoğun yaşandığı saatlerde düzenleyen dawn service bu bağlantılarla kuruluyor 1927'de.. Tören ise sadece gazi katılımı ile sınırlandırılıyor. Törenin bir saygı duruşu olduğunu belirtmek gerek.

İkinci Dünya Savaşında da yer alan ülke bugün, Anzak gününün anlamını genişleterek, savaşlarda ölen tüm vatandaşlarını anıyor. Günün 1980 sonrasında da gençler tarafından daha fazla rağbet gördüğü belirtiliyor.

Günün sembolü ise Gelincik çiçeği. Çiçeğin grafik formu, ANZAC gününde yakalarda broş oluyor.


Dünyada Türkiye topraklarına en uzak ülke Yeni Zelanda. Çoğu kez sorgularız, neden savaştılar bizimle? Aslında bu soruyu onlar da kendilerine soruyor ve buna yöneticilerin, özellikle İngiltere'nin hatası olarak bakıyorlar, en azından bugün.

Bana bugünü en özel kılan ise Atatürk'ün Anzak'larla ilişkimize eşi görülmemiş bir boyut getirmesi. Yeni Zelanda'da, konuştuğunuz bir Kiwi'den Atatürk'ün sözlerini duymak gerçekten gurur verici.

Mustafa Kemal'in Anzak analarına mektubu;

"Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır."

Bugün Avustralya'nın başkenti Canberra'da ve Yeni Zelanda'nın başkenti Wellington'da Atatürk anıtları bulunuyor ve bu sözler üzerlerinde yazıyor.

Sağ alt Canberra'daki anıt, diğerleri Wellington'dakidir.

1. Dünya Savaşı, yani Çanakkale'de bizimle yaptıkları savaş, bu iki ülkeye, Avustralya ve Yeni Zelanda'ya, ulus olma şansını veriyor. Anavatan gördükleri Büyük Krallığa yakın olsalar da, örneğin Avustralya'daki ya da Yeni Zelanda'daki güneşin doğuşunu özlüyorlar. Çok küçük nüfuslarına rağmen verdikleri kayıp onları birbirine bağlayan bir görünmez urgan oluyor. İnsan sormadan edemiyor, bizim beraber yaşadıklarımız yanında yaşadıkları hafif kalacak bir toplum, uyum içinde ulus olabiliyorken, bizim ortaklıklarımız neye yetmiyor?


Note : Ne yazdığımı bildiğim için yeniden okumadım bile. İçimde hep bir kaygı son paragraf için. Yazarken de şüpheli yazmıştım keza. Türkiye'de olanlara, acılara kalp dayanmıyor ya... Bir ulusçuluk zihniyetinden ziyade bir acıları arttırmadan beraber yaşayabilme özlemi bu, anlatmaya gayret ettiğim.

Yeni Zelanda Ülkesi


Yeni Zelanda'ya gelmeden önce hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordum, araştırırken akılda kalan, bu iki ülkenin değişik bir ilişkisinin olduğunu görmekti: Neredeyse her yönden zıt.

Türkiye'ye en uzak ülke Yeni Zelanda. Aynı yarımkürede olmadıklarından mevsimler tamamen birbirinin zıddı. Ağustos neredeyse en soğuk ayken, yılbaşının denize girilerek kutlanması ise her yılbaşında kar yağmasını bekleyenler için garip. Saat dilimi de Türkiye'nin yaz aylarında 11, kış aylarında 9 saat farkla, bir ülkede gece yaşanırken, diğerinde gündüzle gerçek bir zıtlığı yaşatıyor iki tarafta da yaşamaya çalışanlara.

Yeni Zelanda dünyanın en genç toprak parçalarından, üzerindeki insan faaliyetleri de bundan 1.500 yıl kadar önce başlıyor. Medeniyetler beşiği topraklarımızı düşünürsek, Anadolu buraya göre hayli yaşlı.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Kafam çok karışıktı...

Kafam çok karışıktı... Karar vermeye çalışıyordum, kalmak mı zor, gitmek mi? İnsanlığın merak ettiği bu sorunun yanıtını bulup tarihe geçmeye kararlıydım.

Kalmak ve gitmek...

Bir konu kafanızı yoğun bir şekilde meşgul ediyorsa, mutlaka kendinizi başka bir şeyler yaparken bulursunuz. Bende de aynısı oldu. Facebook zaten baş köşemizde oturuyor, ona bir de twitter misafirliğe geldi. Bana söylemişlerdi zaten, sen twitterı seversin diye. Sevdim gerçekten; namlı sanlı kimselerin bildirimleri, arkadaşların serzenişleri, kimisinin özlü söz arayışı yanında, kimisinin anlık durum haberleri... İtiraf edeyim, iyi bir yazar olmasam da iyi bir twitter okuyucusu oldum.

Bir yandan beni tarihin renkli sayfalarına geçirecek cevabın peşindeymiş gibi yaparken, bir yandan da sanal arkadaşlarımla kah gülüyor, kah isyan ediyor, kah bir gerçeğe kendi kendimize baş sallıyor ya da cık cıklıyorduk.

Tam da o sıralar herkes Fazıl Say'ın üstüne gidiyordu; çünkü Fazıl Say akşam ezanının okunma süresinin kısalığını kendince eleştirmişti, üstüne bir de Hayyam'dan olduğu düşünülen sorgulayıcı bir rubai paylaşınca olan olmuştu. Artık Fazıl da gitmekten bahseder olmuştu.

Bizim tartışma ortamımız her daim zayıf, kavgamız gelişmiştir. Fazıl Say'a saldırı-tweetlerinden birisi şöyle bir şeydi: "Bu dinsizleri Hitler gibi sabun yapmak istiyorum."

Fazıl Say'a, "Yeni Zelanda'ya gel" dememek için zor tuttum kendimi, yani "ben geldim, güzel ülke" demek istedim, sonra düşündüm, "Sen de kararsızsın. Gitmekti, kalmaktı bir şeyler diyorsun. Şimdi adamı çağır, sonra sen git, ayıp" dedim, vazgeçtim. O da zaten Japonya'ya gitmeye kadar vermiş.

Kafam karışık, gitmenin tartısını kurdum, kalmanın boyunu ölçüyorum, ölçmekten kaçıp okuyorum da okuyorum.

Cüneyt Özdemir okuyorum. Başbakanın kızının ileride siyasete atılabileceği, bütün dış gezilere babasıyla katıldığını, iyi eğitimli olduğunu, başörtüsü nedeniyle yurtdışında okumak zorunda kaldığını ama sanatla ilgili olduğunu yazıyor. Haber başlığı, Türkiye'nin başörtülü bir başbakanı olabilir mi? Yazıda özellikle '"Başörtülü kız hanım hanımcık olur, öyle sanatla manatla uğraşmaz" klişesini kırması adına önemini bilmem anlatmaya gerek var mı?' cümlesi beni rahatsız ediyor: Bir, bizim ülkemizde "hanım hanımcık olmak" başörtüsü ile ilişkilendirilmez, ki sözün bu şekilde söylenmesi, kapalı olmayan bütün kadınların hanım hanımcık olmadığına gider ki Özdemir bunun altından kalkamaz. İki, başörtülü kişinin sanatla manatla uğraşmaması dini nedenlerle geneldir. Eğer sadece Birand'ın sözü üzerinden bunu klişe ilan ediyorsa, ben de klavuzu karga olanın derim...

Cüneyt Özdemir, bu ülkenin başörtülü insanlarına ülkeyi dar eden anlayış, derken ben gerçekten büyük bir saflıkla yaşananlara insani yaklaştığını düşünmüştüm, çok değil iki gün sonraki yazısında Fazıl Say'ı dindar insanları rencide etmekle ve ayrıca yalancılıkla suçlayıncaya kadar. İşte bu anlayış canımı sıktı. İktidarın dayanılmaz albenisi... Dindarlara hepimiz saygı duymalıyız ama eleştirenlere saygı duymamalıyız. Tabi yazıyı tam da böyle yazmamış Özdemir, bir insanla geçebileceği tüm dalgayı geçmeye uğraşmış. Tavsiye ederim twitter'dan takip ediniz her ikisini de. Özdemir'in kafasının biraz karışık olduğunu göreceksiniz.


Aaa benim kafam karışıktı asıl ve çözmem gereken bir soru vardı değil mi?

Neyse artık, ben de kaytarmayayım...


Fazıl Say ve Cüneyt Özdemir yazılarına aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.

http://birbak.mynet.com/tartisma/kiyamet-koptu/16014
http://www.tumkoseyazilari.com/yazar/cuneyt-ozdemir/22-04-2012-turkiyenin-basortulu-bir-basbakani-olabilir-mi.html
http://www.tumkoseyazilari.com/yazar/cuneyt-ozdemir/24-04-2012-bir-fitne-yazisi-koskte-golge-kabine-mi-var.html



24 Nisan 2012 Salı

Satoko

Satoko, ülkesine, Japonya'ya döndü üç hafta önce... O kadar üzüldüm ki, gideceği haberini duyunca... Oysa gidiş tarihi önceden belliydi... ancak eşinin işi nedeniyle buradaydı ve şirket kalma süresini uzatabilirdi... Ben niyeyse gönülden inanmışım bu sürenin uzayacağına, uzun süre görüşebileceğimize, bana Japonca öğreteceğine...

Satoko went back her to country, Japan, three weeks ago. I felt really sad, when I found out that she would go back. Actually I knew her return date, but she was here due to her husband's job and the company could not lengthen their time... I beileved deeply that this time will been got long, we'll keep in touch and she'll teach me Japanese...

Yeni Zelanda'ya gelirken bu aklıma gelmemişti... burada gerçekten çok güzel arkadaşlıklar da kuracağımı düşünememişim... Kafam hayallerimle, bıraktıklarımla, beklediklerimle o kadar meşgüldü ki...

When I arrived here, I couldn't think this... I couldn't think that I'd make really good friends... I was confused with my dreams, things which I left behind unfinished and my expectations...


Satoko ile aynı gün başladık dil okuluna... Daha ilk günler, etrafa sadece bakıyorum... Çok çabaya gerek yok Satoko'yu görmek için... O kadar sıcak, güler yüzlü ve kibar ki... Ayrıca çok da disiplinli, öğrenilen her kelimeyi hayatına uyarlıyor ve çabucak öğreniyor. Okul çok hareketli, her hafta yeni birileri geliyor ve birileri gidiyor. Gelen kişilere ilk fırsatta kendini tanıtıyor ve onlar hakkında bilgi ediniyor. Beraber öğle yemekleri organize etmeye çalışıyor, herkesin e-mail adreslerini alıyor ve parti organizasyonları yapıyor. Çünkü biliyor biz ancak iletişim kurarsak bu dili öğrenebiliriz. Çok meraklı, diğer kültürlerden olan her şeye, müziğe, yemeğe, dansa... Japonlar çekingen bilinir, Satoko'yu gördüğünüzde düşündüğünüz bu değil. O, çekingenliğini aşmak için çaba gösteriyor sadece... Bir şey kafasını meşgul ettiğinde, başını yana eğip yukarı bakıyor, bu çocuksu ifadeyle çok tatlı oluyor...

I started in the language school on the same day as Satoko. At first, I was just looking around. It didn't take long to notice her. She was sympathetic, cheerful and polite. Also she was well-disciplined, so she learnt quickly. School was very active, every week someones come and someones leave. She met everyone who just arrived and got to know about them. She organised lunchs, got e-mail addresses and gave parties, because she knows that we learn any language through communication. Also she's curious about other cultures, music, dining, dancing. Japanese are well-known to be reserved, but Satoko was out-going. She endeavors to do this. When she thinks something, she leans her head against her shoulder, when she does this, she is very cute :))

Beraber çok güzel zaman geçirdik, çok güzel arkadaşlıklar yaşadık, yemekler yaptık, şarkılar söyledik, çimenlerde yayıldık, masanın altına saklandık, sarhoş olduk, koroya gidip "magnificaant" diye ünledik.

We spent really nice time together, we got a lot of friends, cooked, sang, a sit on the grass, hid under the table, got drunk, screamed "magnificant"

My Satoko... Türkçede seygiyle bahsederken sahiplik iyeliğini kullanır olduk son yıllarda, yanlış mıyım?, sanki eskiden kullanılmazdı... daha eskisini bilmiyorum ama samimiyetimiz, sevgimiz daha gösterilebilir, gösterilmesi daha meşru sanki bu yakın zamanda. Bu ifade şeklini seviyorum, içten, kalpten geliyor bana. Bu ifadeyi İngilizce kurmak... doğrusu İngilizcede böyle bir ifade hiç duymadım, içimden geldiği için söyledim ve Satoko'da bunu anladı ve karşılık verdi. Tevekkeli değil, ayrılırken konuştuk: İngilizcemiz o kadar kötüydü ki, ilk günler muhtemelen sadece iyi hislerimizle anlaştık.

My Satoko... In recent years we have started using possessive suffixes as a term of endearment in Turkish. I am not sure, I suppose, we didn't use to do that. Anyway, I think we are able to show our feeling freely and easily recently. I love this expression. Remind me by heart. To use that expression in English. To be honest, I've never heard this kind of expression in English. I feel sincere and said this to Satoko and she understood me and responded to me in the same way. When we were leaving, we talked that about our first days. When we didn't have enough English to communicate, probably we got along just through our good feelings :))

Gözyaşlarımızı tutamadık ayrılırken... güldük hatta ağlamamıza... sonuçta çok güzel vakit geçirdik beraber... birine İngilizce "my" deme ihtiyacı hissetmek... O zaman ne mutlu bana :)))

When they were leaving, we couldn't help crying... laugh after our crying... consequently we spent perfect time together. To be good friends to speak English. I'm happy about that :)))

Not: Bu arada burada gerçek arkadaşlık olabileceğini bana ilk gösteren sevgili Patricia'm, çok teşekkürler sana :)))

P.S. By the way Thank my Patricia for showing me to be able to make good friends here :))) 







20 Nisan 2012 Cuma

Turuncu Toplar ve Çapraz Geçiş

Otobüs şoförlerinden başlamışken anlatmaya, biraz da trafik, yayalar ve yolcu taşımacılığından bahsetmek istiyorum.

Auckland'a geldiğimde şikayet konularımın başında otobüs ulaşımı geliyordu. Böylesine gelişmiş görünen bir ülkede metro sistemi olmamasını şaşırtıcı buldum, insana ve ihtiyaçlarına öncelik verdikleri çok belli olan bu ülkede otobüs saatleri pek seyrek ve erkenden sonlanıyor, otobüs dışındaki tek alternatif ise sadece taksi... Taksi de otobüs de oldukça pahalı... Kısa bir süre sonra bu yadırgayan tavrımın İstanbul'dan gelmem nedeniyle olduğunu anladım tabi; nasıldır İstanbul... beş dakikada bir otobüsler, o yoksa dolmuş, taksi dolmuş, metro, metrobüs, vapur, feribot, motor...

Auckland by Sevgi İkinci

Türkiye'nin en büyük şehri İstanbul'da belki de 20 milyonu aşkın kişi yaşıyor, New Zealand'ın en büyük şehrinde 1,5 milyon. Yeni Zelanda'nın toplam nüfusu ise sadece 4,5 milyon. Farklı olan sadece nüfus yapısı değil, yerleşim de bizimkine hiç benzemiyor. Burada küçük şehir merkezinde yaşam alanı olarak kullanılan gökdelenler var. Bu gökdelenler sayılıdır, halkın çoğunluğu bahçeli, müstakil evlerde yaşıyor. Apartman diyebileceğiniz yapılar, müstakil evlere oldukça benziyor, diğer evlere uyumlu bir şekilde dizayn edilmiş, en fazla üç katlı, yanyana dizilmiş evler gibi diyebiliriz. Tabi böyle olunca oturulan mahalleler çok geniş bir alana yayılıyor ve ulaşım da kişisel araçlarla sağlanıyor. Uzakdoğunun ikinci el araçlarının ülkeye girişi gümrüksüz ve bu da fiyatları aşağı çektiğinden kullanabileceğiniz düzgün bir aracı 2-3bin Yeni Zelanda Dolarına edinebiliyorsunuz. Sürücü belgesi 15 yaş itibariyle alınabiliyor. Her evde 2-3 araç olması normal karşılanıyor.
Bu bilgilerin ve gözlemlerin ardından otobüslerin neredeyse sadece kamu hizmeti için var olduğunu görüyorsunuz, çünkü bilet pahalı olsa da bazı hatlar 2-3 yolcu için hareket edebiliyor. Metro yapılmaması, zarar edeceğinden korkulmasından olabilir...

Otobüs ücretleri 1,80 Nzd'den başlıyor. Şehir, stage denilen bölgelere ayrılmış ve ücret buna göre ödeniyor. Yaklaşık 30-40 dakika yolculuk yapılan alan 3.stage'e denk geliyor. 3.stage ücreti 4,5 Nzd ile oldukça yüksek bir meblağ. İlk 6 ayımda homestay'de, yani bir Kiwi aile --Yeni Zelandalılar kendilerine Kiwi diyor, bu isim Kiwi adlı uçamayan, kör Yeni Zelanda'ya özgü kuştan esinleniyor-- ile beraber yaşadım, şehrin dışında şirin bahçeli bir evde. Bu dönemde şehirde yaşamanın hayalini kurdum. Şehre taşındığımda da gördüm ki şehirde yaşayanların neredeyse tamamı benim gibi öğrenci ya da buralı olmayan kimseler.

Bu bilgilerden sonra yazıya başlığını veren turuncu toplara ve çapraz geçişe gelelim. Bu iki uygulama da insana öncelik verdiğinden sevdiğim, ilgimi çeken ve Türkiye'de uygulanmayan ve bu nedenle de daha önce bilmediğim trafik kuralları.

Turuncu toplar, yaya geçitlerinin iki başında bulunuyor, bazıları yanan turuncu ışıklar şeklinde, özellikle gece yoğun olan bölgelerde lamba olanlar tercih edilmiş, bazı yerlerde de tabela şeklinde uygulanmış. Anlamı şu; aracı ile hareket eden kişi turuncu toplu alanın yakınında bir kişi görürse yavaşlamak, durmak ve kişi karşıdan karşıya geçecekse geçişi beklemek zorunda. Trafik aslında çok büyük değişiklik göstermiyor, turuncu topu olmasa da Türkiye'de de, sürücü eğitimlerinde de söylendiği gibi yaya geçidinin manası aynıdır ancak uygulayan bir kişi bile yoktur. Belki buradaki en belirgin fark, trafik kurallarının uygulanıyor olması.

Çapraz geçiş ise biraz farklı. Bu uygulama Türkiye'de yok ama uygulandığı başka ülkeler varmış. Auckland'ın en büyük ve merkezi caddesi Queen Street. Cadde bir çok yerden yollarla kesiliyor ve dörtyollar oluşuyor. İşte bu dörtyol noktalarında yayalar için yeşil ışık her yön için aynı anda yanıyor ve istediğiniz tarafa yaya olarak geçebiliyorsunuz, çapraz bile. Bu uygulama büyük caddeler ve yayanın çok olduğu merkezi noktalarda uygulanıyor her trafik ışığı bu şekilde değil. Bu uygulamanın yapıldığı noktalarda araçlar yol alabilmek için yayalara iki kez yeşil ışık yanmasını beklemek durumunda, bu nedenle de bu yollara girmek araçlar için pek hoş değil. Uygulamanın trafiği diğer yollara vermeye teşvik ettiği düşünülebilir ama her şeyden önce insani ve hayatı kolaylaştırıcı. Her yerde uygulansın derim...

Son olarak bütün trafik ışıkları düğmeli, trafik lambasını çalışır duruma getirmek için basmanız gerekiyor ve lambalar yandığında "çiuuv" soundunda bana kuş sesini hatırlatan sesli uyarıyı da yapıyor. İlk zamanlarımda bu sesi her duyduğumda tekrar etme dürtüsü doğuyordu bende, niyeyse :)) "çiuuv"

Not: Bu kadar trafikle ile ilgili yazı yaz, trafiğin bu ülkede soldan aktığını yazma... ben gerçekten alışmışım bu ülkeye... oysa geldiğim ilk zamanlar karşıdan karşıya geçerken ters tarafa baktığım için ölücem, diyordum :))

Sevgi İkinci






19 Nisan 2012 Perşembe

Yeni Zelanda'nın en ilgi çekici meslek grubu

Hava ışıl ışıl... Bu güzel sonbahar gününde, kendimi hızla dışarı atıyorum. Niyetim Auckland'ın kuzey merkezi Takapuna sahiline gitmek. Şehrin merkezinde  tertemiz sahiller bulmak harika. Takapuna'ya ulaşmak için şehir merkezinden yaklaşık 20 dakikalık bir otobüs yolculuğu yapmalıyım.

Durakta bekliyorum ve otobüs geliyor. Şoförü gördüğümde ilk tepkim gülümseme, aklımdan da "sizi seviyorum" demek geçiyor. Otobüs şoförümüz, biraz kilolu ve koltuğunu tam anlamıyla kaplıyor ama ilk göze çarpan şu; sapsarı ve kıvırcık ve neredeyse beline kadar uzun saçlarını tarayıp iyice kabartmış, sonra onları ikiye ayırmış, yüzünün iki yanından akan iki şelale, sonra minicik dudaklarına sürdüğü kırmızı ruj ve masum mavi bakışlarıyla 45 yaşlarında bir teyze... şimdi gel de sevme bu tatlı kadını... herkese tek tek yardımcı oluyor şoförümüz, yolcular yerlerini alıyor ve yola çıkıyoruz.

Giderken aklımdan bir bir "otobüs şoföründen etkilenme" anlarım geçiyor. O anda anlıyorum ki bu anlar hiç de az değil...


Esmer tenli ve sarı saçlı ablamız saçlarının peruk olduğunun anlaşılması umrunda bile olmadan ustalıkla kullanıyor otobüsünü...

Beyaz saçları ve sakalları birbirine karışmış kulağında küpesi yaşı hayli ilerlemiş ama dinç görüntüsü ile insana güven veren otobüs şoförümüz...

Çok zayıf yapılı beyaz tenli, altında kısacık şortu ve dizine kadar çektiği beyaz çorapları ve başındaki kovboy şapkasıyla yolcuları ile özenle ilgilenen şoförümüz...

Bir gün havaalanına gidiyoruz geç vakit... Arkadaşımız gelmiş uzaklardan onu karşılayacağız... Toplasan beş yolcuyuz... Otobüse binişimiz ardından şoför ışıkları kapattı ve müzik...  Alana gidene kadar müzik ziyafeti çekti bize... Öyle keyifle yolculuk yapmıştık ki, uzaklardan gelen ve bu ülke hakkında ona ilk fikri verecek otobüsü kaçırmasına üzüldük ama şanslıydık, dönüşte aynı şoföre denk geldik ve geceye müzikle devam etmemizi sağlayan bu şoföre minnet duyduk.

Yol sorduğum ve bana yardımcı olmak istediği için öne oturmamı rica eden benimle sohbet ederken bir yandan da kendi alanında duyabildiği müziğe ıslığıyla eşlik eden kısaca kendi kişiliğiyle işini iyi yapan sevgili otobüs şoförünü de unutmamalıyım...


Buranın yerli halkı Maori'lerin oldukça belirgin bir fiziksel yapıları var... kadını erkeği oldukça kilolu, ancak  çoğunlukla şişman bir görünümden ziyade kalıplı diyebileceğimiz iri bir yapıya sahipler... Esmer tenliler ve harika bir dövme gelenekleri var. Yapımının nasıl olduğunu duyduğumda biraz irkilmiş olsam da muhteşem desenleri olduğunu belirtmeliyim. Son yıllarda kamu işinde çalışanların dövme yaptırması serbest bırakılmış. Kolu boydan boya dövmeli ya da yüzünde dövme olan bir otobüs şoförü ile burada karşılaşabilirsiniz.

Yeni Zelanda bir çok İngiliz kaynaklı ülke gibi diğer ülkelerden pek çok göçmen barındırıyor. Bu da renge renk katıyor elbet... Buraya her gelen kendi kültürünü, elbisesini, dinini, geleneğini getiriyor. Göçmenlere kendi kültürlerini yaşamakta büyük sınırlar getirilmemesi de bunları normal yaşamın içinde görmenize ve kolaylıkla benimsemenize neden oluyor. Burada en büyük göçmen grubu Çinliler, ardından da Hindular geliyor. Otobüs şoförü koltuğunda Çinli bir amca ya da bir Hindu görebilirsiniz.

Belirtmeliyim, burada görevlilere bir şey sorduğunuzda size gerçekten yardımcı oluyorlar. Bilmedikleri bir konuysa bilene yönlendirmeye çalışıyorlar. Bu sadece otobüslerle sınırlı da değil. Bir de çok güzel bir gelenekleri var. "Teşekkür etmek".  Otobüse binerken çoğunlukla evine misafir kabul eden bir ev sahibi ile karşılaşıyorsunuz, size "hoş geldin" gülümsemesini sunuyor, siz de selamınızı veriyorsunuz, inerken de teşekkür ediyorsunuz.

Bu genel saygı ama her şeye, herkese olan olan saygı beni mutlu ediyor. Bunlar etrafında olurken insan daha çok insan oluyor.

Belki bu sadece benim penceremden görebildiğimdir ama yine de iddia ediyorum, bu ülkenin en ilgi çekici meslek grubu "otobüs şoförleri"

Sevgi İkinci





18 Nisan 2012 Çarşamba

Bungy-Jumping Ve...




Annem haklıydı: Bunu çok sonra anladım tabi.

Küçüktük, çok küçüktük, Selma vardı, okuldan arkadaşım. Bize gelmişti, annem hiç mi hiç sevmemişti onu. Arkadaş olmamızdan hoşlanmamış ve en azından benim onların evine gitmeme engel koyabilmişti. O bize gelebilirdi ama hiç gelmese de iyiydi.

Bir apartmanın dördüncü katında oturuyoruz, o küçük kasabanın yeni binalarından, üç odalı ünvanlı olup şekilsiz, ancak bizim oyunlarımızın sığabildiği balkonları olan... Balkonlar yarıya kadar duvar, yarıdan sonrası demir parmaklık...

Bir gün bize geliyor Selma. Annem evde yok, sadece ben  ve benden 2 yaş küçük kız kardeşim. Oyunlar oynamış olmalıyız beraber, mutlaka öyle olmalı. Sonra değişik bir oyun öneriyor Selma bize, önce kendi oynuyor... Balkonun demir parmaklıklarından dışarı çıkıyor, tüm vücuduyla, ayakları balkonun dışından  balkon duvarının üzerinde, elleri demir parmaklıklara tutunmuş... Rüzgarda dalgalanıyor sanki Selma... Elleri ve ayaklarıyla bağlı, sıkı sıkıya tutunmuş, gövdesini havalandırıyor sadece, sadece meydan okuyor...


Yıllar sonra...

Bungy Jumping...

 "Mutlaka yapılmalı" listeme almışım ama çılgınlar gibi korkuyorum... Üstüne son yıllarda gelişen yükseklik korkusu gelmiş, başım dönüyor yükseklerde... Yeni Zelanda'ya kadar gelmişsen bu ülkenin en popüler aktivitesini de yapacaksın, değil mi ya? Bu gel-gitteyim...

"Tamam yani buradayım elbet bir gün atlayacağım", derken...

Demet, Bülent ve ben Rotorua'dayız, ertesi gün planı Taupo'ya gitmek. Demet diyor ki, "Arkadaşlar hep Bungy-Jumping'i hep Taupo'da yapıyorlar. Fotoğraflarını gördüm, çok güzel, Kuzey adanın da en iyi Bungy-Jumping alanıymış. 

Çok sevdiğim bir arkadaşım bungy benzeri bir atlayışı zaten yapmış olduğumu iletmişti,Yeni Zelanda'ya gelerek... Neredeyse Türkiye'ye en uzak ülkeye, sevgili ailemi, çok sevdiğim arkadaşlarımı, işimi, düzenimi bırakarak gelmek," bungy" olabilir mi?

Bungy yapılacak alana geldik, sevgili Demet ve Bülent ile... O kadar güzel bir yere kurulmuş ki alan... Atlayacağımız platform 47 metre yüksekte... Taupo Gölü'nden kaynak bulup Pasifik'e dökülen Yeni Zelanda'nın en uzun nehri Waikato River, dirsek yapmış, bu 47 metrelik uçurumun altında... Etraf koyu yeşil renklerde...  suyun rengi bile... O kadar etkileyici bir güzellik ki... Bir de korku olmasa...

Bir gece önceden beri ben nasıl atlayacağımı düşünüyorum, içim ürperiyor. Demet kesin kararlı, ben "Biraz daha düşüneyim", diyorum. Bülent de, "Hiç aklımda yoktu ama gelmişken ben de mi atlasam", sorusuyla meşgul.

Sonunda Bülent "Ben de" dedi.

Çok yüksek bir yerden atlamak... korkular... yaşın getirdikleri... korku... öğrenilmiş bir duygu, deneyle sabit... bunu bunca hissetmek... her gün birşeyler daha çok korkutuyor... korktukça korkuyor, korkmaktan sıkılıyorum, bir kıskacın içinde hissediyorum, alan gün be gün daralıyor, artık nefes alamıyorum, ben bunalıyorum, sen bunalıyorsun, çıkış bulamıyoruz, off...

Bir anda ışık yandı, aydınlığın gülümseyen suratı... tabi ya... hayatı ciddiye almaktan, kendini fazla önemsemekten oluyor bunlar... dayatılıyor sana yaşam... "en" olmaya zorlanıyorsun... en başarılı... en çalışkan... en zeki... en güçlü... kocaman bir "en" yarışı... yarışın yalnızlığı... bazı işleri kotarıyor, bazılarını beceremiyorsun... beceremeyince kendini eksik hissediyor, başardığında onu kaybetmekten korkuyorsun... sonuçta sana, işine, yaptıklarına bir saygı var... kısaca kendini bir şey zannediyorsun... işler illaki bu yolla ilerlemek zorunda değil... bazen ananın seni çok sevmesi bile senin kendini dünyanın en önemli kişisi sanmana neden olabilir... bu da olması gereken belki... sevdiklerimizle dünyanın en önemli kişisi olsak ve aslında bilsek hiç de öyle olmadığımızı... daha az zahmet, daha az yarış, daha az kırgınlık... nesin ki? dünyada bir zerreden ibaret... doğumla ölüm arasındasın diye okumaktasın bu sözleri... yarın yoksun... gerçek bu... korkular... yersiz... bi de ne ki korktuğun? az sonranı bilmeden yaşıyorsun....

"Ben de" dedim bi anda...

İsimlerimiz kaydedildi. Sağlık problemimiz olup olmadığı soruldu. Kilolarımız ölçüldü ve koyunlar gibi atlamak üzere sıraya girdik. Doğa muhteşem güzellikte ama biz heyecanın etkisine girmişiz çoktan... İki görevli, atlayacakları hazırlamak üzere en fazla iki kişiyi platformun uç kısmına alıyorlar. Bülent ve Demet önce girdiler uç bölüme... Bülent bir anda ilk atlayacak olanın kendi olduğunu fark etti, gülerek... ayakları bağlandı, göğüslüğü takıldı. Ben de kapıda bekliyor, heyecanla takip ediyorum olanları... Görevlilere sordum, ne sıklıkla atladıklarını... Erkek olan "I'm a chicken" diye yanıtladı. Hiç atlamamış. Kadın ise 80'in üzerinde atlayışı olduğunu, en son bir sakatlık geçirdikten sonra artık atlamadığını iletti. Heyecanı dindirmek için sorulan sorular tamamen boşaydı.

Bülent'in hazırlığı bitti. Ayağına bağlı ağır iple platformun tam kıyısına getirildi. Görevliler için her şey çok kolay 1-2-3 diyorlar ve kendini hemen, öyle aşağı bırakman gerekiyor. Bülent ilk sayımda atlamadı. Onu yüreklendirmeye çalışan ise tavuk gibi korkan görevli... ironi... İkincide artık Bülent büyük bir cesaretle bıraktı kendini aşağı... Çığlığı çok güzeldi... kesintisiz aşağıya inene kadar yükselip alçalmayan bir çığlık...

Eee sıra Demet'in... Bir anda fark ettik ki benim yüreklendirilmeye ihtiyacım var. Yer değiştirdik... ben ikinci olarak atlayacağım... hazırlanıyorum ama o atlama anı gözümde büyüyor... Uyardılar... Çeneyi göğsüne bastırarak atlamamızı istediler... Aslında atlamak değil, kendini aşağı bırakmak... ben kendi kendime talim yapıyorum, çabam heyecanımı bastırmak...belki de öyle daha çok belli oluyor...

İpimin çekildiği an... aşağı süzülme zamanı... ip çok ağır, kıyıya yanaşıyorum ip daha çok aşağı çekiyor... güçlüyüm kıyıda duruyorum. Görevli kameraya merhaba de diyor, bakıyorum ve hızla çeviriyorum kafamı... hemen sayıyor 1-2-3... hayır atlayamıyorum... yeniden 1-2-3 yine atlayamıyorum... yardım ister misin diye soruyor... önce hayır, sonra evet diyorum... sadece küçük bir dokunuşa ihtiyacım var... Bir yandan Demet "atla, nolucak, atla gitsin" diyerek sözel destek veriyor... ve o dokunuş bana varana dek ben atlıyorum... Üzgünüm gözlerimi kapattım... sadece atlarken olsa da... toplam süre çok kısa... saniye önemli...  zor kısım atlamak, sonrası gondola binmek ya da dönmedolapta oturmanın bir başka ve belki biraz daha hızlı şekli...

Bungy üzerine felsefe yapılacak bir şey değil aslında... sadece korkumun kaynağının kendimi önemsemek olduğunu fark etmek, hoşuma gitmedi. Meydan okumak istedim kendime... çok zordu...
ama atladım... "Selmaaaaaaaaaaaaa" diye.  

Yaşam sonuna dek yaşanmaya değer yalnızca... korkuyla kaybedecek vakit yok....

Sevgi İkinci



26 Mart 2012 Pazartesi

aşk mı demiştiniz?

Benden sorulurdu seni sevmek
sorsalardı eğer...
aslına bakarsan çok da iyi tanımıyordum 
seni
ne hikmetse sevmelere de doyamıyordum...

iyi işlenmiş bir cinayetin katilini
incecik detaylarda arayan
bir dedektif gibi
verileri topluyordum, sana dair olan 
her şeyden

Zaman nasıl bir zaman ki şimdi
ayak izini öyle basmadan bırakıyorsun.
Parmağını yalayıp sayfasını çevirdiğin
kitabı bulup onu seçişine bakıyorum
sen kimsin?

Bir-iki uzun soluklu, derin konuşmamız var
seninle
bana kalan gizli duygu oradan, biliyorum
biliyorum ayrıca niye gizlendiğini o duygunun.

Sonra 
sonra...
üzerimde arkeolojik kazılarla gizlenmiş ne varsa
çıkaran sen
şimdi neredesin?

Her zaman olmaz biliyorum
gittin
ama gittiğin yeri söyledin...
anladım ben
anladım
Aşk bizimkisi,
kavuşması mümkün olmadığından...

Gittiğin yere gelemem ki ben...

Fark ettin mi oyunu?
Gittikten sonra dönüp baktın mı arkana?
Ben anladım sanki puştluğu
Sen gitmek zorundaydın
ben kalmak...
Kimin gidip kimin kaldığının bi anlamı yok 
sevgili okuyucular
lafın gelişi o, gereksiz polemik yaratmayalım
Sonucu bunun sadece aynı yerde olamamak

Aç bak tarih kitaplarını
DNA'nın hücredeki yeri gibi
gelenek, kültür diye bi böcek
yerli yerleşik dimağımızda
Sana "kara"sın demişler
"Su ol" demişler bana
kavuşmaya çabamız 
AŞK olmuş sonuçta

Sevgi İkinci